10 Temmuz 2014 Perşembe

Aşk... Beyinde mi kalpte mi?

İnsanın hayatını etkisi altına alan en kuvvetli duygulardan bir tanesinin sinirsel temellerinden bahsetmek hiç de kolay değil. Hele konu aşk olunca işimiz iyice zorlaşıyor; zira, insanın yazıyla kayda geçirme işini keşfinden beri, üzerine en çok yazılıp çizilen, sayısız çeşitlemeleri üretilen ve birbiri ile bağlantısız görünen türevleri oldukça fazla olan hislerden bir tanesidir, aşk... İlk intibada, bir erkek ve bir kadın arasındaki tutkulu bağlılık durumunu çağrıştırabildiği gibi, bir insanın işine, kullandığı bir araca, maddi imkanlara, içinde yaşadığı çevreye veya yaratıcısına olan tutkusu da genellikle aşk kelimesinin kapsamı içine dahil edilmiş. İşini aşkla yapmak, hayatı aşkla yaşamak gibi terimler, insanın bütün kontrolünü eline alan bu güçlü duygunun çeşitli dışa vurumlarını anlatmak için sıklıkla kullandığımız benzetmelerdir. Bazı sufiler, aşkı “insanın rahatını, iştahını, uykusunu kaçıran tutku” olarak tanımlarlar. Gerçekten de, iki insan arasındaki tutkuya indirgediğimizde, aşk çok garip bir şeydir. Gerçekten mesela “gözü kör”dür. Akıl yürütme melekelerini neredeyse tamamen köreltir. Aşık beyin, maşuktan başka bir şey düşünemez hale gelir. Aşk, maşukun olumsuz yönlerini mantıklı bir şekilde görüp irdeleyebilme yeteneğini insanın elinden çekip alır. Aşık olunan insan, melekler gibi temiz, yüzce, hatasız bir varlık olarak görünür aşık bir zihne. Bu algının doğru olmadığı çok açıktır; fakat her birimiz, ömrümüzde en az bir kere böyle bir garip halin içine düşmekten kendimizi kurtaramayız.. Peki, neden böyle bir şey başımıza geliyor; daha önemlisi, bu dünyada hem kendi hayatımızı sürdürmek ve hem de nesillerimizin devamını sağlamak için bize verilmiş bu zihinsel cihazlar acaba böyle mantıksız bir durumdan nasıl bir fayda sağlıyorlar? Bunun için “aşkın sinirbilimsel temelleri” oldukça aydınlatıcı bilgiler verebiliyor bize.

Aşkın sinirsel özü

Öncelikle “aşkın sinirbilimi” konusunu konuşacak isek, aşkın tarifini belirgin bir şekilde sınırlamamız gerekiyor. Dolayısıyla burada, esas olarak “kadın ve erkek arasındaki tutkulu bağlılık” anlamındaki aşkı esas alacağız.
Aşk nasıl  başlar? Bir insanın diğer bir insana “aşık” olması için en öncelikli uyaran “görsel” uyaranlardır. Yani, ilk görüşte aşk, gerçekten de mevcut olan bir mekanizmadır. Bir insanın görsel özellikleri, algıya ilk takılan ve beyinde en hızlı biçimde değerlendirilen ipuçlarını içerir. Elbette bundan hemen sonra, söz konusu kişinin zekası, sesi, konuşma üslubu, kültürü, statüsü gibi diğer etkenler gelir. Fakat araştırmacıların üzerinde uzlaştıkları nokta, giriş kapısının “görme” olduğu yönündedir. Bir diğer önemli bağlayıcı unsur ise, insanlarda henüz mekanizması tam kanıtlanamamış olmakla beraber varlığına dair çarpıcı kanıtlara sahip olduğumuz “feromonlar” denen koku sinyalleridir. Bu sinyaller sayesinde kendimize biyolojik olarak en uygun eşi seçme konusunda eşsiz yeteneklere sahibiz. Ter bezlerinden salgılanan “kokusuz” koku molekülleri olarak tanımlayabileceğimiz feromonlar, eş adaylarına genetik yapımız ve olası biyolojik uyumumuz hakkında bilincin algılayamadığı ama davranışlara doğrudan yön veren sinyaller verererek, bizi farkında olmadan doğru seçim yapmaya yönlendiriyorlar.
Romeo ve Juliet filminden bir sahne
Karşı cinsten bir insanın görülmesi ve çekici olarak nitelenmesi, beyinde hem cinsel uyarılma, hem de “tutkulu bağlılık”, yani aşk devrelerini uyarabilyor. Birazdan göreceğimiz gibi, aşk ile cinsel çekim süreçlerinin beyin mekanizması açısından örtüşen bir çok yönleri vardır; fakat aşkı, aşksız şehvetten ayıran çok önemli sinirsel mekanizmalar da mevcuttur. Hem cinsel arzu hem de aşk hissinin oluşmasında ortak bir çok beyin bölgesi işe karışırken, “romantik aşk” diyebileceğimiz o özel süreci yöneten özel bölgelerin varlığını da biliyoruz.

Aşık beyinde  neler oluyor?

Aşk hissi bir zihni işgal ettiğinde, beynin çalışma sistemi hem beyin görüntüleme yöntemleri ile kolayca tespit edilebilecek, hem de ortaya konan davranışlardan kolayca fark edilebilecek şekilde değişikliğe uğrar. Öncelikle, insan beyni “romantik aşkın” etkisi altında iken aktif hale gelen beyin bölgelerinin listesine bakmakta fayda var. Beyin tarama (işlevsel manyetik rezonans görüntülemesi; fMRI) sırasında, deneklerin aşık oldukları kişilerin resimlerini gördükleri, yahut onlarla ilgili düşündükleri sırada aktivitesi artan beyin bölgeleri şunlar:
- Insula bölgesinin iç kısımları (medial insula)
- Singüler korteksin ön bölümü (anterior cingulate cortex)
- Hippokampus
- Bazal gangliyonlara ait stiratum bölgesinin bazı bölümleri
- Akkumbens çekirdeği (nuc. accumbence)
Resim-1: Aşık oldukları insanların resimlerini gören kişilerin beyinlerinde, diğer kişilerin resimlerin gösterildiği durumlardan farklı olarak aktivite gösteren bölgeler görülüyor (sarı ve kırmızı renkler faaliyet düzeylerini gösteriyor). Cer: Beyincik; hi: arka hippokampus; I: İnsula; P: Putamen; C: Kaudat çekirdek
 Bu bölgelerden ilk üç tanesi beynimizin “korteks” dediğimiz kabuk bölümüne aittir ve aşkın istemli davranışlarımız üzerine olan etkilerinden bu bölgeler sorumludur. Aşık olunan kişiden başka bir şey düşünememe, her olay ve düşünceyi olabildiğince mantıksız bir şekilde maşukla ilişkilendirme, yemeden içmeden kesilme, sürekli bir heyecan ve içi-içine-sığmama hali (öfori) ve aşka dair diğer bildiğimiz hallerden işte bu bölgelerin aşırı faaliyetleri sorumludur. Listede adı geçen son iki bölge; yani stiratum ve akkumbens çekirdeği ise, beyin yarıkürelerimizin iç kısmında yer alan, bilinç-dışı (korteks-altı) sistemlere aittir. Bu bölgeler, aynı zamanda madde bağımlılığı gibi kişinin kontrolünü ele geçiren diğer durumlarda da aktifleşen ve aktif hale geldiklerinde kişiye “ödüllendirilmişlik” duygusu veren “ödül sistemi”nin en önemli parçalarıdır. Aşık olma durumunda, aşık olunan kişi ve o kişiyle ilgili hemen her şeyin sürekli zihni işgal etmesi ve zihnin her vesile ile aşık olunan kişi ile uğraşması, maşuku düşünme sırasında bu merkezler tarafından sağlanan “ödüllendirilme” hissi ile doğrudan ilişkilidir. İnsan, aşkını düşündükçe, kendisini ödüllendirilmiş hisseder, daha mutlu olur ve gittikçe onu daha fazla düşünmeye başlar. Dünyanın en tatlı kısır döngülerinden birisi, herhalde budur!
Bedenin orkestra şefi hipotalamus: Bedenimizin hayatta kalmasını sağlayan milyonlarca farklı sistemin ahenk içinde çalışması için merkezi bir kontrol sistemine ihtiyaç var. Özellikle kan dolaşımımıza salgılanarak vücuttaki bütün sistemlerin eş güdümlü çalışmasını sağlayan hormon sistemimizi en üst düzeyde kontrol eden beynimizdeki hipotalamus bölgesi, 3 gramdan daha az bir ağırlığa sahip minicik bir beyin parçası olmasına rağmen inanılmaz işler başarır. Vücudumuzda meydana gelen ve bizi hayatta tutan bütün işlemlerin en üst kontrol merkezi olan hipotalamus, açlık-tokluk hislerimizden vücudumuzun su ve tuz dengesine; cinsel itkilerimizden duygusal durumlarımıza kadar hemen her şeyimizi kontrol edebilecek onlarca farklı merkez içerir. Aşık beyinde hipotalamusun faaliyetinin arttığına dair önemli bilgilerimiz mevcut. Yalnız burada da ilginç bir istisna var: Romantik aşk ve cinsel istek durumlarında hipotalamusta bulunan bazı özel bölgelerin faaliyetlerinde belirgin bir artış olurken, “anne aşkı” (maternal love) dediğimiz özel bağlılık durumunda, hipotalamusun uyarılmadığını görüyoruz. Yani annenin yavrusuna karşı hissettiği o tutkulu bağlılık, beyinde aşkın diğer çeşitlemelerine göre böyle bir farklılık arz ediyor. Buradan, hipotalamus uyarılmasının aşkın cinsel kısmı ile ilişkisi olduğu sonucunu çıkartmamız da böylece mümkün hale geliyor.
Aşkın kimyasalları
Dopamin: Aşk duygusunun beyinde meydana getirdiği biyokimyasal değişiklikler hakkında oldukça fazla bilgimiz var. En iyi bildiklerimizin başında dopamin maddesinin artışı geliyor. Dopamin, yukarıda bahsettiğimiz “ödüllendirilme” merkezlerinin kullandığı bir kimyasal iletişim aracıdır ve bu sistemi uyaran her türlü hissi durum gibi, aşk da dopamin düzeylerini artırır. Aynen madde bağımlılarında olduğu gibi, dopaminin artışı, insanın zihnini gittikçe şiddetlenen bir şekilde aşık olduğu kişiye bağlar ve ona bağımlı hale getirir.
Serotonin: Bir diğer madde, tokluk, ruh durumunun düzenliliği ve mutluluk düzeyimizle yakında  ilgili olan serotonin (5-hidroksi triptamin) adlı kimyasal maddedir. Serotonin, aşkın ilk safhalarında seviyesi belirgin şekilde azalan bir maddedir. Normalde, serotonin azlığı insanlarda depresyona eğilimi artırır ve depresyonun en yaygın tedavi yöntemlerinde birisi de serotonin seviyesini artıran ilaçlardır. Aşık bir beyinde genellikle hakim olan “bulutlu hava” hissi de muhtemelen bu serotonin eksikliğinden kaynaklanır ve bu “eksiklik”, aşık olunan kişiyle bir araya gelerek tamamlanmak üzere, kişinin bütün zihinsel ve fiziksel mesaisini maşukuna yöneltmesini sağlar.
NGF: Özellikle taze aşıklarda miktarının arttığını bildiğimiz bir başka madde ise sinir gelişim faktörü olarak bilinen NGF (neuro growth factor) adlı maddedir. Bu maddenin romantik duyguların ortaya çıkmasında çok önemli bir aracı olduğu konusunda geniş bir görüş birliği mevcut. NGF normal bir beyinde sinir gelişimini uyaran ve sinir sisteminin arızalarının giderilmesini kolaylaştıran etkilere de sahiptir. Dolayısıyla “aşkın insana iyi geldiğini” en azından NGF artışı bağlamında, biyolojik bir nedene bağlamak mümkün gözüküyor... Bu arada, aşksız cinsel dürtülerin hakim olduğu durumlarda NGF artışı gözlenmiyor, onu da belirtelim.
Oksitosin: Bir insan aşık olduğunda, onu maşukuna bağlayan çok kuvvetli hisler yaşadığını; ondan bir an bile ayrı kalmak istemediğini biliriz. İnsanlar arasında bağlılığı sağlayan en önemli hormonlardan bir tanesi, beynimizin hipotalamus bölgesinden salgılanan oksitosin adlı hormondur. Oksitosinin en bilinen özelliği, cinsel birleşme sonrasında, doğumda ve doğum sonrası annenin süt salgılamasında çok önemli fizyolojik roller üstlendiğidir. Ama oksitosinin etkileri sadece bununla sınırlı değil. Birbirlerine sarılarak selamlaşan, hatta sadece tokalaşan insanlarda bile oksitosin düzeylerinin arttığını biliyoruz. Yani oksitosin, sadece cinsel duygular açısından değil, insanların diğer iletişim yolları açısından da birbirlerine bağlanmasını sağlayan bir kimyasal sinyal olarak iş görüyor. Annenin bebeğine olan düşkünlüğünün büyük oranda oksitosine bağlı olduğunu; oksitosin eksikliğinde bu duyguların doğru dürüst yaşanamadığını da biliyoruz. İşte aşk söz konusu olduğunda oksitosin hormonunun salgılanma miktarının artışı da o yüzden bizleri şaşırtmamalı; gerçekten de aşık beyinde oksitosin, normal bir beyinden kat be kat fazla salınarak, kişinin maşukuna başlanmasını sağlayan en önemli kimyasal altyapıyı oluşturuyor.
Vazopressin: Yaygın olarak bilinen fizyolojik işlevi açısından “vücuttan idrarla atılacak olan su miktarını kontrol eden” vazopressin (diğer adıyla anti-diüretik hormon; ADH) hormonu, aşık beyinden fazla salgılanan bir diğer madde. Vazopressin sadece idrarla ilgili işler görmüyor; özellikle erkeklerde saldırganlık davranışı ile doğrudan bir ilişkisi var. Saldırganlık sergileyen hayvanlarda vazopressin mitarının arttığını biliyoruz. Muhtemelen aşık bir beyinden fazlaca salgılanan vazopressin “aşkı için her şeyi yapmayı göze alan” aşıkları ortaya çıkartan önemli kimyasal sinyallerden birisi.

Aşkın gözü  kördür; hem de gerçekten!

Aşık bir beyinde normal bir beyine göre nelerin daha “fazla” salgılandığını ve faaliyete geçirildiğini kısaca gördük. Fakat aşık beyinde bir de, normal bir beyinde gayet sağlıklı bir şekilde faaliyet göstermesine rağmen, aşk devreye girince faaliyeti azaltılan veya durdurulan bölgeler var. Bunları da anladığımızda, aşkla ilgili kafa karıştıran bir çok davranışın temellerini daha iyi fak edebiliyoruz.
Ön beynin baskılanması; yahut “aşka bağlı akıl tutulması”: Aşık insanların beyinleri üzerinde yapılan görüntüleme çalışmalarının ortaya koyduğu en ilginç sonuçlardan birisi, beynin ön (frontal) bölgelerinde yer alan “akıl yürütme” ve “planlama” ile ilişkili bölgelerde izlenebilen baskılanma. Gerçekten de aşık bir beyinde, akılcı ve eleştirel düşünmeyle ilgili ön beyin bölgeleri büyük oranda devreden çıkmakta. Bu bölgelerin baskılanması, aşık bir insanda bize çok tanıdık gelen bir kaç olayın açıklanmasını da kolaylaştırıyor aslında: Aşık olan insan, hepimizin gayet iyi bildiği gibi, maşukunun kusurlarını görmeme, iyilik ve güzelliklerini ise alabildiğine abartma eğilimindedir. Kritik düşünme yetisi zihnini çoktan terk etmiş olduğu için, aslında gayet norma bir insan olan maşukunun her hareketinde bir hikmet aramaya, her halinden güzellikler devşirmeye başlar. Aşık zihin, böylece adeta maşukunu güzellemeye adanmış bir çalışma sistemine döner. Ayrıca, sakar aşık kalıbını bilirsiniz; aşık olan kişi, özellikle aşık olduğu insanla karşılaştığında kimi zaman eli ayağı birbirine dolanır, normalde yapmayacağı bir sürü saçma hareketi ardı ardına sergilemeye başlar. İşte bu “hareket koordinasyonsuzluğu” da muhtemelen, bazı aşıklarda, beynin ön kısmındaki baskılamanın çok geniş olması nedeniyle, vücut hareketlerini planlayan frontal bölgeleri de etkisi altına almasından kaynaklanıyor olabilir.
Aşık bir beynin mantıklı düşünme bölgelerinin baskılanmasıyla ilgili ilginç bir bulgu daha var: Aşık insanlardaki bu akıl tutulması, sadece aşık olunan kişi söz konusu olduğunda geçerli. Aşık kişiler, meslekleri veya hayatın diğer alanlarıyla ilgili kararlar alırken akılcılıklarından pek bir şey kaybetmiyor. Yani aşık insanın aklını başından sadece maşuku alabiliyor!
Resim-2. Aşık bir beyinde, aşık olunan kişinin resimlerine bakarken faaliyetleri baskılanan bölgeler kırmızı ve sarı renklerle gösteriliyor. Özellikle beynin ön-sol tarafındaki alanın baskılanması ilginç; zira bu alan, “beğenilmeme-tiksinme” durumunda faaliyeti artan alanlardan birisi ve bu durumda tam tersi bir etki (hayranlık?) göze çarpıyor.
Resim-3: Anne aşkı (maternal love) ve romantik aşk durumlarında baskılanmaya uğrayan (faaliyetleri azaltılan) beyin bölgelerinin işlevsel MRI’da görünüşü (sarı ve kırmızı renkler baskılanma düzeyini gösteriyor). mt: Orta şakak lobu; op: arkafa ve yankafa (oksipital-parietal) loblar arasındaki sınır; tp: temporal kutup; LPF: lateral prefrontal korteks. Özellikle LPF olarak işaretlenmiş, beynin ön bölümündeki alanların eleştirel akıl yürütme ile ilgili alanlar olması dikkat çekici.

Cesur aşıklar! Aşık beyinde faaliyetlerinin baskılandığını bildiğimiz bir başka bölge de “amigdala” adlı korteks altı bir bölgedir. Amigdala, hislerimize yön veren “limbik sistem” adlı sistemin önemli bir parçasıdır. Latince “badem” anlamına gelen ismini, beynin şakak (temporal) lobların içine gömülmüş badem biçimli yuvarlak bir bölge olmasından alır. Amigdala, özellikle korku, öfke ve fobiler gibi şiddetli duyguların hafızalarını depolayan ve bu duygularla ilişkili davranış kalıplarını yöneten en önemli bölgelerden birisidir. Aşık beyinde amigdala bölgesinin faaliyetinin baskılanması, özellikle korku duygusunun azalmasını, kişinin normalde girmeyeceği risklere görmesini sağlar. Bu sayede “gözüpek aşık” modeli, aşkın bir yan etkisi olarak, beyinde kendiliğinden ortaya çıkıverir. Amigdalanın faaliyetini baskılayan bir diğer bilindik durum ise, cinsel birleşmenin orgazm safhasında, erkeklerde meydana gelen boşalma (ejekülasyon) anıdır.
Şekil 4. Hem erkek hem de kadınlarda anne aşkı (sarı) ve romantik aşk (kırmızı) sırasında aktifleşen bölgelerin görüntüleri. Çakışan bir çok bölge olduğu gibi, gerek maternal, gerekse romantik aşka özel bölgelerin varlığı da dikkat çekiyor. Kılsatmalar: aC: Ön singulat korteks; aCv: aC’nin ventral bölümü; C: Kaudat çekirdek; I: İnsula; S: Striatum; PAG: Periakuaduktal gri madde (bu bölge beyne giden ağrı duyusunun engellenmesinde de görev alır); hi: Hippokampus.

Peki, sonra  ne oluyor?

Aşk duygusunun alevlendiği ilk dönemler, yukarıda da gördüğümüz gibi, dopamin, NGF ve vazopressin gibi kimyasalların arttığı, serotoninin azaldığı ve beyin kimyasının köklü bir biçimde değiştiği bir garip durumu karşımıza çıkartıyor. Gerçekten de taze aşıkların halleri, ömürlerinde aşkı tatmış insanlara dahi garip gelecek kadar sıradışı olabiliyor. Artık bunun neden böyle olduğunu biliyoruz. Peki yıllar süren birlikteliklerden sonra bu duygular nasıl normale dönüyor; yahut zaman geçtikçe aşk ölüyor mu?
Aşkın ilk başta gözlenen ateşli safhaları, aradaki muhtelif engellerin aşılarak maşukla bir olunmasını sağlayacak gücü insana vermesi bakımından elbette önemli. Fakat şu da bir gerçek ki, bu tip kuvvetli duyguların bir ömür boyu insanları etki altına alması, biyolojimiz açısından pek faydalı bir durum olmayacaktır. Aşık olan insan, aşık olduğu kişi ile kalıcı bir birliktelik sağlamaya ve cinsel itkilerden kaynaklanan arzularını tatmin etmeye başladıktan sonra, aşkın dönüşmeye başladığını görüyoruz. Uzun süre devam eden birlikteliklerde ve başarılı evliliklerde, yukarıda saydığımız “aşık beyin” bulgularından bir çoğunu bulamıyoruz. Ama görebildiğimiz bir şey var: Bu insanlar, birbirleri olmadan yaşamaya dair bir hareket tarzı ortaya koyamıyorlar. Erkek ve kadın, uzun süreli ve başarılı bir birlikteliğin ardından tek bir bütünün parçaları olarak davranmaya başlıyorlar. Kısacası, aşk ölmüyor ama “dönüşüyor”. İlk dönemlerde hislerin ve duyguların etkisi, yani, limbik sistemin komutları altında gerçekleşen “aşkın bacayı sardığı” dönemler, yıllar içinde beynin daha üst merkezleri tarafından yönetilen akılcı-insani-üst seviyeli bir birlikteliğe dönüşüyor.
Bu dönüşümün gerçekleşmediği durumlarda “aşkımız bitti” gibi gerekçelerle çiftlerin birbirlerinden ayrıldıklarını sıklıkla görebiliyoruz. Bunun en muhtemel nedeni, insanların çoğunun maşukuna değil; aşkın o ilk safhalarındaki heyecana aşık olmaları. Aynen tehlikeli sporlara tutkun adrenalin bağımlıları gibi, insanların önemli bir kısmı da, beynin bu çocuksu itkilerine gem vurma konusunda isteksiz davranıyor ve her yaşta o “liseli aşk heyecanı” diyebileceğimiz heyecanı aramaktan kendilerini alıkoyamıyorlar. Kısacası, insanın zihni, yukarıda da belirttiğimiz gibi, her zaman maşukunun peşinden gidiyor ve onu kaybetmeye kolay kolay dayanamıyor.

Bütün   bunların anlamı ne?

Aşkın sinirbilimsel temellerine dair bu (olabildiğince) kısa özetten sonra, bunların her birimiz için ne anlama geldiğini de elbette düşünmemiz gerekiyor. En başta “bu mantıksız görünen durumlar bize nasıl bir fayda sağlıyor?” diye sormuştuk. Aslında cevap oldukça basit: Aşkın taze ve “alevli” olduğu dönemlere dair yukarıda sıraladığımız ilginç zihinsel durumlar, aşıkların bir araya gelmesini sağlayacak çok önemli itkileri ortaya çıkarmakta. Bu itkiler sayesinde, insan türünün devamını sağlayacak cinsel birleşme ve dünyaya yeni bireyler kazandırma yolunda üzerimize düşen görevi büyük bir iştiyakla yerine getirebiliyoruz. Yani insanın aklını alan, elini ayağına dolaştıran bu garip his, yani aşk, türümüzün devamını sağlamaya yönelik en önemli mekanizmalardan birisi. Bu mekanizmaların doğru çalışmadığı insanlar, genlerini aktarma yeteneğinden de mahrum kalacakları için, bu bozukluklarını da gelecek nesillere aktarma şansları düşük. Milyonlarca yıldır aynı kanunlar işlediği için, bu gün aşk denen duygu karşısında neredeyse hepimiz aynı çaresizliği yaşıyoruz. İyi ki de yaşıyoruz; bu sayede (sayıları maalesef gittikçe azalsa da) mutlu yuvalarda sağlıklı zihinlerle çocuklarımızı yetiştirebilme yeteneğimizi halen muhafaza edebiliyoruz.
Elbette kültürel evrimin bizi biyolojik yasalarımızdan uzağa savurduğu bir çok durum arasında, aşk ve birliktelikler de paylarına düşeni alıyorlar. Çarpıtılmış estetik algılar, kozmetiklere boğulmuş insanlar, hislerine değil de kendilerine belletilmiş kalıplara göre yaşamaya mecbur kalmış topluluklar, bizi biyolojimize yerleştirilmiş bu paha biçilmez yetenekleri kullanamaz ve onlardan fayda devşiremez hale getiriyor. Halbuki milyonlarca yıllık yaşam planından edinilmiş bilgeliğin yanında günlük modaların ne kadar önemsiz olduğunu bir fark edebilsek, mutluluk dediğimiz kelimenin anlamını çok daha iyi kavrayabileceğiz.






Alıntı : http://www.nbeyin.com/content_detail-275-540-ask-beyinde-mi-kalpte-mi?.html#.U72qUiQojT4

0 yorum:

Yorum Gönder