26 Şubat 2014 Çarşamba

Allah'ın Varlığının 40 Bilimsel Delili



Evrendeki tasarıma dair birçok veri o kadar yenidir ki geniş kitlelerin bunlardan haberi yoktur. Bu verilerin adedi ise inanılmaz boyuttadır. Bu verilerin sadece 40 tanesini örnek olarak vereceğim.

1) Evreni meydana getiren patlama biraz daha şiddetli olsaydı, evrendeki tüm madde dağılırdı; eğer patlama biraz daha yavaş olsaydı, bütün madde hemen kapanacaktı. Her iki durumda da ne galaksiler, ne yıldızlar, ne dünyamız, ne de canlılar oluşurdu. Patlamanın galaksileri, yıldızları, Dünya’mızı ve canlıları oluşturacak şekilde olmasının olasılığı havaya atılan bir kurşun kalemin sivri ucu üstünde durması kadar bile değildir.


2) Big Bang’in patlama anında eğer daha fazla madde olsaydı evren hemen kapanacaktı. Eğer patlama anında madde daha az olsaydı patlama galaksileri oluşturmadan maddeyi dağıtabilirdi. Görülüyor ki Big Bang, hem şiddeti, hem madde oranı, hem de bunların birbirine göre düzenlenmesiyle bilinçli bir tasarımın ürünüdür.


3) Big Bang’in başlangıcının çok yüksek sıcaklıkta olması sayesinde atom-altı dünyadaki oluşumlar gerçekleşmiştir. Böylece de galaksilerden canlılara kadar olan süreç mümkün olmuştur.


4) Evrenin başlangıçtaki homojen yapısı da galaksilerin oluşmasının bir şartıdır. Başlangıç homojenliğindeki ufak bir azalma galaksilerin oluşmasına izin vermeyecek ve tüm maddenin karadeliklere dönüşmesi sonucunu doğuracaktı. O zaman da biz var olamayacaktık.


5) Evrende entropi sürekli artmaktadır. Bu ise evrendeki başlangıç anında çok düşük entropili bir başlangıcın olması gerektiği anlamını taşır. Bu olasılığın gerçekleşmesi imkansızdır. Roger Penrose düşük entropili bu başlangıcın gerçekleşme ihtimalini 10 üzeri 10 üzeri 123’ te 1 olarak hesaplamıştır.


6) Big Bang’den sonra açığa çıkan protonlar ve anti-protonlar birbirini yok eder. Canlılığın oluşabilmesi için proton sayısının, anti-protonlardan çok olması gerekiyordu ve öyle olmuştur.


7) Aynı şekilde nötronlar ve anti-nötronlar birbirini yok eder. Canlılığın oluşabilmesi için nötron sayısı, anti-nötronlardan çok olmalıydı ve öyle olmuştur.
8) Elektronlar ve pozitronlar da birbirini yok eder. Canlılığın oluşabilmesi için elektron sayısı, pozitronlardan çok olmalıydı ve öyle olmuştur.


9) Kuarklar ve karşı kuarklar da birbirini yok eder. Oysa yaşamın varlığı kuarkların daha fazla olmasına bağlıdır ve kuarklar karşı kuarklardan daha çok olmuşlardır.


10) Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton, nötron ve elektronların kendi anti-maddelerinden daha fazla olmaları gerektiği gibi, birbirlerine göre belirlenmiş oranlarda yaratılmış olmaları da gerekmektedir. Bu da canlılığın bir şartıdır.


11) Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton, nötron ve elektronların kütleleri de mevcut şekilde olmalıdır. Bu parçacıkların mevcut kütleleri farklı olsaydı yaşam için gerekli atomlar oluşamayacaktı.


12) Protonlar ve elektronlar çok farklı kütlelerine karşın elektrik yükleriyle birbirlerini dengelerler. Eğer bu denge sağlanmasaydı da canlılık için gerekli atomlar oluşamayacaktı. Elektronun elektrik yükü biraz farklı olsaydı yıldızlar oluşamazdı.


13) Eğer evrendeki nötrino miktarı daha az olsaydı galaksiler oluşamayacaktı. Eğer nötrino miktarı daha fazla olsaydı galaksiler çok yoğun olacaktı. Her iki durum da canlılığın oluşmasını engellerdi.


14) Güçlü nükleer kuvvet çekirdekteki proton ve nötronları bir arada tutar. Bu kuvvet biraz daha zayıf olsaydı, hidrojen dışında hiçbir atom, dolayısıyla canlılık oluşamazdı.


15) Zayıf nükleer kuvvet biraz daha güçlü olsaydı, Big Bang’te çok fazla hidrojen helyuma dönüşürdü. Eğer bu kuvvet biraz daha zayıf olsaydı, yıldızlardaki ağır elementlerin oluşumu olumsuz etkilenecekti ve canlılık oluşamayacaktı.


16) Elektromanyetik kuvvet daha şiddetli olsaydı kimyasal bağların oluşumunda sorun çıkardı. Eğer daha zayıf olsaydı kimyasal bağların oluşumu sorunlu olurdu ve canlılık için mutlak gerekli olan karbon ve oksijen atomları yetersiz kalırdı.


17) Çekim gücü daha kuvvetli olsaydı, tüm yıldızlar bu kuvvetin gücüne direnemeden karadeliklere dönüşürdü. Eğer daha zayıf olsaydı, ağır elementleri oluşturacak yıldızlar oluşamayacaktı. Her iki durumda da canlılık oluşamazdı.


18) Zayıf nükleer kuvvet, güçlü nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvet ve yerçekimi kuvveti belli kritik değerler gözetilerek yaratılmaları gerektiği gibi, birbirlerine göre uygun oranlarda da yaratılmaları gerekmektedir. Bu hem galaksilerin ve yıldızların, hem de tüm canlıların var olabilmesi için gerekli çok hassas bir dengedir.


19) Canlılığın oluşabilmesi için yıldızlar arası mesafe belli bir büyüklükte olmalıdır. Eğer yıldızlar birbirlerine daha yakın olsaydı çekim gücünün fazlalığı gezegenlerin yörüngelerini bozacaktı. Eğer yıldızlar birbirlerine daha uzak olsaydı süpernovalar tarafından evrene saçılan ağır atomlar çok geniş bir alana yayılacaktı ve yaşam için gerekli atomlar yeterli düzeyde olamayacaktı.


20) Hayat için gerekli atomlardan en önemli ikisi karbon ve oksijendir. Bu atomlardan karbonun oksijen atomunun enerji seviyesine olan oranı daha yüksek olsaydı canlılık için gerekli oksijen yetersiz olurdu. Eğer mevcut oran daha düşük olsaydı canlılık için gerekli karbon yetersiz olurdu.


21) Hayat için büyük önemi olan karbon ve oksijen atomları birbirlerinin enerji seviyelerine bağlı oldukları gibi, helyum atomunun enerji seviyesine de bağlıdırlar. Helyumun enerji seviyesi yüksek olsaydı yaşam için gerekli karbon ve oksijen miktarı yetersiz olurdu, eğer helyumun enerji seviyesi düşük olsaydı yine yaşam için gerekli karbon ve oksijen miktarı yetersiz olacaktı.


22) Süpernova patlamalarının uzaklığı,yakınlığı ve sıklık derecesi de canlılık için çok önemlidir. Örneğin bu patlamalar çok yakın olsaydı oluşacak radyasyon canlılığı yok edebilirdi. Eğer bu patlamalar çok uzak olsaydı canlılık için gerekli ağır atomlar yeterli seviyede olmayacaktı.


23) Dünya’mızda canlılığın oluşabilmesi için galaksimizin belli oranda maddeye sahip olması gerekmektedir. Eğer madde oranı fazla olsaydı Güneş’in yörüngesi değişirdi. Eğer daha az madde olsaydı, Güneş’imiz gibi yeterli zaman yaşayacak bir yıldızın var olması mümkün olmayacaktı. Ayrıca galaksimizin büyüklüğü, şekli ve başka galaksilere uzaklığı da canlılığın oluşması için çok önemlidir.


24) Jüpiter gezegeninin büyüklüğü ve mesafesi de Dünya’mızdaki canlılığı mümkün kılan koşullardan biridir. Eğer Jüpiter şu andaki yerinde ve büyüklüğünde olmasaydı, Dünya’mız meteor yağmurlarına karşı bu kadar güvenli olmazdı. Ayrıca mevcut yörüngemiz de değişirdi. Bu iki durum da canlılık için ayarlanmış çok özel koşulları bozardı.


25) Dünya’mız, Güneş’e daha uzak olsaydı, yaşama olanak tanımayan bir soğuk ve buzullarla karşı karşıya kalırdık. Eğer Güneş’e daha yakın olsaydık yeryüzündeki su buharlaşır ve yaşam mümkün olmazdı.


26) Dünya’mızın çekimi daha fazla olsaydı, amonyak ve metan oranının artması gibi durumlar yeryüzünün canlılığa elverişli bir ortam olmasını engellerdi. Eğer Dünya’mızın çekimi daha az olsaydı atmosfer çok su kaybeder ve canlılık için elverişli ortam kalmazdı.


27) Dünya’mızın çevresindeki manyetik alan da çok özel olarak ayarlanmıştır. Eğer bu manyetik alan daha güçlü olsaydı, Güneş’ten gelen canlılık için yararlı ışınları da engelleyebilirdi. Eğer bu manyetik alan daha zayıf olsaydı, Güneş’ten gelen zararlı ışınlar yaşamın oluşmasına olanak tanımazdı.


28) Yeryüzünden yansıtılan ışık ile yeryüzüne çarpan ışık da belli bir oranda olmalıdır. Eğer bu oran daha büyük olsaydı yeryüzü buzullarla kaplanırdı. Eğer bu oran daha küçük olsaydı sera etkisiyle aşırı ısınan yeryüzü yaşama elverişli olmazdı.


29) Yaşam için yer kabuğunun kalınlığı da önemlidir. Yer kabuğu daha kalın olsaydı, atmosferden yer kabuğuna oksijen transferiyle oksijen dengesi bozulurdu. Yer kabuğu daha ince olsaydı yer kabuğunun her yerinden sürekli volkanlar fışkırırdı. Bu ise hem iklimi değiştirir, hem de canlılığı yok ederdi.


30) Atmosferdeki oksijen miktarı da yaşam için kritik bir değerde yaratılmıştır. Bu değer eğer yüksek olsaydı, yeryüzünde sürekli yangınlar çıkardı. Bu değer eğer alçak olsaydı solunum yapmak imkansız olurdu.


31) Atmosferdeki karbondioksit oranı da yaşamı mümkün kılacak bir değerde yaratılmıştır. Karbondioksit daha fazla olsaydı sera etkisi oluşacaktı. Eğer daha az olsaydı bitkilerin fotosentez yapması mümkün olmayacaktı.


32) Dünya’mızdaki ozon miktarı da çok kritik bir değerde yaratılmıştır. Eğer bu değer daha yüksek olsaydı yüzey sıcaklığı çok düşerdi. Eğer bu değer daha düşük olsaydı hem yüzey sıcaklığı çok yükselirdi, hem de yaşamı yok edecek şekilde ultraviyole artardı.


33) Yaşam için atmosfer basıncının da belli bir değerde olması gerekmektedir. Eğer atmosfer basıncı daha düşük olsaydı, buharlaşan su miktarı artacak ve bu sera etkisi oluşturacaktı, atmosferdeki su buharı azalacak ve dünya çölleşecekti.



34) Atmosferdeki havanın solunabilmesi için havanın belli bir basınçta, akışkanlıkta ve yoğunlukta olması lazımdır. Atmosferin yoğunluğunda ve akışkanlığındaki ufak bir değişiklik nefes almamızın imkansız olmasına sebep olabilirdi.



35) Canlılık için olmazsa olmaz şart olan karbon atomunun, yıldızların içindeki oluşumu çok kritik değerler altında meydana gelmektedir. Bunun için iki helyum atomu birleşip 0.000000000000001 saniye gibi kısa bir süre berilyum atomuna dönüşürler ve üçüncü bir helyumun eklenmesiyle karbon atomu oluşur. Bahsedilen atomların enerji seviyelerindeki ufak bir farklılık karbon atomunun ve canlılığın ortaya çıkışını imkansızlaştırırdı.


36) Tüm canlılar karbon atomunun diğer elementlerle bileşikler yapması sayesinde var olmuşlardır. Karbon, yaşam için gerekli olan bileşikleri ancak dar bir sıcaklık aralığında gerçekleştirebilir. Bu sıcaklık aralığı ise Dünya’nın sıcaklığıyla tam uyumludur. Oysa evrende yıldızların içindeki milyarlarca derece sıcaktan mutlak sıfır olan -273 dereceye kadar geniş bir aralık mevcuttur.


37) Karbon atomunun oluşturduğu kovalent bağlar gibi zayıf bağlar da ancak belli bir sıcaklık aralığında gerçekleşebilirler. Bu sıcaklık aralığı ise Dünya’da var olan sıcaklık aralığı ile tam uyumludur. Zayıf bağlar gerçekleşmese hiçbir canlı var olamazdı.


38) Yaşam için bütün şartları yerine getiren Dünya’mızın, yaratılma zamanı da yaşama tam uygun olarak seçilmiştir. Dünya eğer daha önce yaratılsaydı canlılık için gerekli ağır atomlar (karbon, oksijen gibi) yeterli miktarda bulunmayacaktı. Eğer Dünya’mızın yaratılışı daha sonraya kalsaydı, Güneş sistemimizi oluşturacak yoğunlukta ham madde kalmamış olacaktı.



39) Canlılığın mümkün olabilmesinin şartlarından biri de suyun belirli bir yüzey gerilimine sahip olmasıdır. Bitkilerin suyu topraktan emmeleri ve en üst noktalarına kadar iletebilmeleri bu gerilimin tasarlanmış olması sayesindedir. Bu gerilim daha farklı olsaydı ne bitkilerden, ne de diğer canlılardan söz edebilirdik.


40) Suyun reaksiyon kabiliyeti de canlılığın diğer şartlarından biridir. Su ne bazı asitler gibi parçalayıcı özellikler gösterir, ne de argon gibi hiçbir reaksiyona girmeden durur. Suyun akışkanlık değeri, suyun katı halinin sıvı halinden daha hafif olması da yeryüzündeki canlılığa büyük katkıda bulunur.


Caner Taslaman Big Bang Ve Tanrı Kitabından alıntıdır..

22 Şubat 2014 Cumartesi

Peygamber Tasavvurumuz - Mustafa İslamoğlu

 
PEYGAMBER TASAVVURUMUZ BOZULDUĞUNDA, DOĞRUDAN İNSAN TASAVVURUMUZDA BOZULUR..

Peygamber tasavvurumuzun bozuk olması, peygamberi –hâşâ- bozmaz. Fakat peygamber tasavvurumuzun bozuk olması bizi bozar. Zira insan tasavvurumuz, peygamber tasavvurumuza bağlıdır. Peygamber tasavvurumuz bozulduğunda, doğrudan insan tasavvurumuz da bozulur. Bu sonuç bizi “öncülerinin ahlâkını bozan” kimseler durumuna düşürür.

Nice büyükler, önderler, liderler, hoca efendiler, şeyh efendiler, üstadlar, ağabeyler bu tuzağa kurban gitmiştir. Özünde bunların çoğu iyi niyetli, yetenekli, gayretli, himmetli ve hizmetli insanlardır. Fakat onları önüne katan insanların “insan tasavvuru” bozuktur. İnsan tasavvurlarını oluşturan şey ise peygamber tasavvurlarıdır. O bozulunca insan tasavvurları da bozulmuştur.

Öncülerinin ahlâkını bozan artçıların peygamber tasavvuru Kur’an ile taban tabana zıt bir peygamber tasavvurudur. Kur’an Hz. Peygamber konusunda muhataplarını “makule” çağırırken, bozuk tasavvur “mahsusa” çağırmaktadır. Kur’an Hz. Peygamberi “insan” olarak tanıtırken, bozuk tasavvur onu “insanüstü” olarak tanıtmaktadır. Kur’an Hz. Peygamber’i “yaşayan bir model” olarak sunarken, bozuk tasavvur onu “erişilemez bir mit” ve “akıl almaz bir efsane” olarak kurgulamaktadır. Bu yaklaşımın en uç noktası “Nûr-ı Muhammedi” adlı, Efendimizi yaşayan bir model olmaktan çıkarıp arş-ı âlâya ışınlayan tezdir. Bu tezin Eski Mısır Hermetizm’inden birebir kopyalanmış olduğunu söylemeye hacet yoktur.

“Öncü insan modeli” tasavvuru bozulan kişiler, büyükleri, önderleri, liderleri, hocaları, şeyhleri, üstadları, ağabeyleri için de imaj çalışması yapmakta bir beis görmemektedirler. Onları oldukları gibi görmek yerine, zihinlerinde oluşturdukları imajı onlara giydirmeye kalkmaktadırlar. Fakat öncülerinin zihinlerindeki imajıyla gerçeğinin birbiriyle çakışması mümkün görünmemektedir. Bu takdirde öncü insanlara iki yol kalmaktadır:

1) Ya şöyle deme yürekliliğinde bulunacaklar: “Ben sizin kurguladığınız o muhayyel şahıs değilim.” Bunu demek çok zordur. Öncü şahsiyetlerden bunu diyebilecek kaç kişi çıkar? Bunun sonuçlarına kaçta kaçı hazırdır?

2)Ya da sevenlerinin kendisi için biçtiği elbiseyi giymeye razı olacaktır. Bu ise onları kendileri olmaktan çıkararak rol yapmaya sevk edecektir. Zira imajıyla hakikati arasında mesafe vardır. Buna kameti kıymetine uymamak denir. Bu kez öncü şahsiyet bu farkı rol yaparak kapatmayı deneyecektir. Şahsiyetini koruma kaygısının yerini kendisine giydirilen imajı koruma kaygısı alacaktır. Artçıların, öncülerinin ahlâkını bozma süreci bu acı sonla tamamlanacaktır.Bu bozulma ve bozma sürecinin ilk sebebi peygamber tasavvurundaki bozulmadır. Esasen çoğu zaman öncüler, kendilerine ayrıcalıklı bir yer edinmek için, takipçilerinin “öncü-model insan” tasavvurunu bilinçli veya bilinçsiz olarak bozmakta, böylece kendi erişilmez konumlarını garanti altına almaktadırlar. Kur’an-ı Hakîm’in ifadesiyle: “dallû ve adallû”, saptılar saptırdılar... Yamuldular yamulttular!

Ortak itiraz: “Peygamberler niçin insan da melek değil?”

Peygamberlik kurumuna ve peygamberlere iman, iman esaslarındandır. Bu esası inkâr küfürdür. Allah iradesini vahiy yoluyla bildirmiş, bu ilahi bildiriyi ise peygamberler aracılığıyla insanlara iletmiştir. İlahi kelam insanlığın son çevriminde Kur’an suretinde tecelli etmiş, Kur’an’ı insanlara iletmekle de Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem görevlendirilmiştir.Hz. Peygamber’i öğreneceğimiz en sahih kaynak olan Kur’an, onun hakkında gâyet açık, anlaşılır bilgiler verir. Duha Sûresi’nin şu âyetleri gibi:

“O seni bir yetim olarak bulup sığınak olmadı mı? Yine O seni yolunu kaybetmiş bulup doğru yola yöneltmişti. Seni muhtaç bir halde bulup, muhannete muhtaç olmaktan ve mala tamahtan müstağni kılmıştı.” (Duha 93/6-8).

Bu gibi âyetlerin ortak vasfı, Hz. Peygamber’in insanlığıdır. Kur’an, böyle onlarca âyetinde Hz. Peygamber’in insanlığına atıfta bulunur. Hatta ona iki yerde, “Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım” demesi emredilir.

Fakat Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber’e karşı ileri sürdükleri itirazların başında onun ölümlü bir insan oluşu gelir. Tıpkı şu itirazda olduğu gibi: “Ne yani, şimdi Allah ölümlü bir insanı mı elçi olarak gönderdi?” (İsra 17/94). “Bizim huzurumuza çıkacak yüzü olmayan kimseler: “Bize melek gönderilseydi veya Rabbimizi görseydik ya!” dediler.” (Furkan 25/21).

Mekkeli müşrikler kendilerine bir insanın peygamber olmasını garip karşılıyorlar ve melek bir peygamber olmasını istiyorlardı. Onlar bu konuda yalnız değildiler. Aynı şeyi çok daha önceleri Nuh kavmi de yapmıştı: “Allah eğer (bize bir mesaj vermek) isteseydi, herhalde melekleri gönderirdi.” (Mü’minun 23/24).

Aynı itirazı Lût kavminden sonra helak edilen Semud ve Ad kavimleri de yöneltmişlerdi: “Eğer Rabb’imiz (bize bir mesaj vermek) isteseydi, her halükârda melekleri indirirdi.” (Fussılet 41/14).

Helak edilen kavimlerden Eyke ahalisi de insan peygamberi beğenmeyip melek peygamber isteyenlerdendi: “(Şuayb’a dediler ki): Sen de bizim gibi ölümlü bir insansın.” (Şu’ara 26/154).Özetle, peygamber gönderilen tüm kavimler, Mekke müşriklerinin verdiği tepkiyi vererek, ölümlü bir insanın peygamber gönderilmesine itiraz ettiler. Hepsi de “Ölümlü bir insan mı bize yol gösterecek?” diyordu (Teğabun 64/6). Hiçbiri de peygamberlik kurumunu kökten imkânsız saymıyordu. Sadece melek peygamber istiyorlardı.

Bunun muhtemel iki gerekçesi şuydu:

1) Kendileri bozulduğu için insan soyundan da umut kesmişlerdi. Dolayısıyla insandan peygamber de olamazdı. Hani “herkesi kendi gibi bilmek” diye bir tabir vardır ya? Onlar da artık herkesi kendileri gibi biliyorlar, insanoğlundan hayır gelmeyeceğini düşünüyorlardı.

2) “Hayat tarzımızı ilahi iradeye uydurmak istemiyoruz” demek yerine, daha uyanıkça bir yöntem bularak, “Bize bir melek gönderilmeli değil miydi?” ve “Bize bir insan mı yol gösterecek?” demeyi tercih ediyorlardı. Ama eğer dedikleri gibi peygamber melek olsaydı, bu kez şu haklı itirazda bulunabileceklerdi: “Ey Tanrım! Bize bir model olarak bir meleği gönderdin! Ama biz melek değiliz ve bir meleği model alamayız. Bu yüzden de hayat tarzımızı değiştiremeyiz.” Fakat bu mazereti ileri süremediler. Gerçekte içlerinde sakladıkları sıkıntı buydu.

Onların bu Şeytani kurnazlıklarını Kur’an açığa çıkardı ve içlerinde gizlediklerini faş etti:

“De ki: “Eğer yeryüzünde salına salına gezen melekler olsaydı, o zaman onlara elçi olarak şüphesiz gökten bir melek indirirdik.” (İsra 17/95).

Peygamberin beşer oluşu, sadece onları ve getirdiklerini inkâr edenlerin sorunu olarak kalmadı. Peygamberlere ve onların getirdiği ilahi mesajlara iman edenler arasında da bu meseleyi bir problem olarak görenler hep oldu. Fakat bu ikinciler, bilinçaltında taşıdıkları bu sorunu aşmak için daha örtülü bir yol buldular. Bu yol, iman ettikleri peygamberi “beşer-üstüleştirme”, yani “aşırı yüceltme” yoluydu. Birincilerin inkâr ederek elde edemediği sonucu, ikinciler iman ettikleri halde elde etmeyi başarmış görünüyorlardı. Eğer alınmak istenen sonuç “nebevî mesajı hayattan dışlamak” idiyse, peygamberi “beşer-üstüleştirerek” bunu başarmışlardı.

Bunun en tipik örneği, Hz. İsa’ya inananların onun hatırasına yaptıklarıdır.

“Madem melek değil, o halde biz melekleştirelim”

Hz. İsa’nın hatırasına mü’minlerinin yaptığı, bu başlıkta ifade edilenden daha fenasıdır. Onlar İsa’yı ‘insanüstü’leştirmekle yetinmemişler, en sonunda onu ‘Allah’ın oğlu’ ilan ederek tanrılaştırmışlardır.

Hz. İsa’nın tanrılaştırılma sürecinde iki sözcük anahtar role sahiptir: “baba-oğul”. Bu iki sözcüğün şahsında, mecazın hakikate hamledilmesinin, tarihin bu en büyük sapmasında önemli bir rol oynadığını söyleyebiliriz. İncillerdeki “baba-oğul” sözcüklerinin kelimenin tam anlamıyla “sembolik” ifadeler olduğunu şu pasaj çok iyi isbat eder:

“İsa onlara cevap verdi: size dedim ve iman etmiyorsunuz. Babamın ismiyle yaptığım işler; benim için onlar şehadet ediyor. Fakat siz iman etmiyorsunuz; çünkü koyunlarımdan değilsiniz. Koyunlarım sesimi işitirler, ben de onları tanırım ve ardımca gelirler. Ben onlara ebedi hayat veririm; onlar da ebediyyen helak olmazlar ve kimse onları elimden kapmaz. Onları bana veren Babam hepsinden büyüktür. Babanın elinden kapmağa kimsenin gücü yetmez. Ben ve Baba biriz.” (Yuhanna, 10.25-30)

İncil kritikçilerinin de itiraf ettiği gibi, Hz. İsa’dan duyulan sözler, üzerinden uzun zaman geçtikten sonra, o da kısmen kayda geçmiştir. Daha sonra yazılan tüm İncillere kaynaklık eden antolojilerden alındığını sandığımız bu ifadelerin tam da bu kelimelerle Hz. İsa’ya ait olması ihtimali çok çok zayıftır. Bu ihtimali kabul etsek bile bir gerçeği reddedemeyiz; o da, Kilise İncillerinin rivayetinin metodolojik açıdan hadis rivayetlerinde olduğu gibi “manen” (lâfzen değil) rivayet edilmiş olmalarıdır. Hadislerden ayrı olarak, Kilise İncilleri “binbirgece masalları” tekniğiyle, yani “efsane nakil yöntemi” diyeceğimiz metodolojisi olmayan, rivayet zinciri bulunmayan bir yöntemle nakledilmişlerdir. “Mana ile rivayet”, anlamın formuna dikkat edilmeksizin içeriğinin taşınması demektir. Bu durumda formun değişmediğini kimse söyleyemez. Bu durumda şu tesbit kaçınılmaz olmaktadır: Hıristiyan ilahiyatının en büyük problemlerinden biri “anlama problemidir” ve “mecazın hakikate dönüştürülmesi” kelimenin tam anlamıyla teolojik bir krize yol açmıştır.

Ne taraftan bakarsak bakalım, Hz. İsa’nın “tanrılığı” iddiasını doğrudan destekleyecek bir söylemi, ne Eski Ahid’de, ne de Kilise’nin onayından geçmiş resmi İncillerde bulabiliriz. Bunu yapmak için, tasavvuru pagan kültürüyle şekillenmiş, İsa’nın mesajına ‘ait olmak’ yerine onun mesajına ‘sahip olmayı’ kafasına koymuş bir Pavlus lazımdı. O Pavlus ki, derdi kitaba uymak değil, kitabına uydurmaktı. Samimi İsevilerin varlıklarına güce tapınan putperest Roma’nın arenalarında son verilirken, öbür tarafta “Allah’ın kulu ve elçisi “insan İsa”yı öldürüp, onun yerine kurgu eseri bir “Tanrı İsa” oluşturulacaktı. Pavlus Tarsuslu bir Yahudi Hukukçusuydu. Bu sıfatıyla geçmişinde birçok İsevi mü’mini işkenceden geçirmişti.

Hidayete (!) erdikten sonra, İsa’nın getirdiği ilahi mesaja ettiği manevi işkence, onun mü’minlerine ettiği maddi işkenceden daha kalıcı ve ağır etkiler bıraktı. Elbet kendince samimi idi. Olmasaydı, canını davası uğruna vermezdi. Fakat tuttuğu yol “ıslah” adı altında “ifsad” yoluydu. Bu yolda canını vermiş olması, Hz. İsa’ya olan sevgisinde samimi olmasının bir göstergesiydi. Fakat bu durum, sevginin “zehirli sevgi” olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyordu. Bu sevgi uğruna her yol mübah anlayışını kullanmıştı. Mesela Korintoslulara yazdığı mektupta şöyle diyordu:

“Ve Yahudileri kazanayım diye Yahudilere Yahudi gibi davrandım; kendim şeriat altında olmadığım halde şeriat altında olanları kazanayım diye…” (I. KrM.9:20-22)

Pavlus, Âdem’in günahını insanlığın tümünün günahı ilan ederek bütün insanlığa eza etti. Belki de gençliğinde İsevilere yaptığı zulmün vicdan azabını bastırmak için vicdanına büyük bir rüşvet verme ihtiyacı hissetmişti. Pavlus, hatırasına işkence ettiği İsa’ya keffaretini, onu tanrılaştırarak ödeyeceğini düşünmüş olmalıydı. Ama onun ödediği keffaret, Allah’ın kulu ve rasulü İsa’nın manen çarmıha gerilmesi anlamına geldi.

İlk defa Pavlus’un kurguladığı ve giderek insanlıktan koparılan “Tanrı İsa” imajının “insanoğlu İsa” ile hiçbir bağı yoktu. Onun için de İsa’nın tebliğ ettiği dinin içi boşaltılmış, yerine hayatta karşılığı bulunmayan bir ‘sevgi edebiyatı’ doldurulmuştu. Tabir caizse, ‘sevgi edebiyatı’, katledilen “insanoğlu İsa”ya verilen manevi bir rüşvet olmuştu.

Çağlar üstü İslam’ın bir şubesi olan İseviliğin Hıristiyanlığa evrilme serüveni böyle gerçekleşti. Fakat Hıristiyanlaşma sadece Hıristiyanlara özgü bir şey değildi. Bu bir “Hıristiyanlaşma temayülü” idi. Esasen Mü’minlerin kıldığı her vakit namazda okuduğu Fatiha’nın son âyetinde Allah’a sığındığı iki tehlikeli sapma açısından birincisi “Yahudileşme” ikincisi ise “Hıristiyanlaşma” idi. Zira Hz. Peygamber mü’minlerin namazın her rek’âtında okudukları Fatiha’nın son âyetindeki ma’dûbi aleyhim’i “Yahudileşenler”, eddâllîn’i ise “Hıristiyanlaşanlar” şeklinde tefsir etmişti.

Yahudileşme, peygamberlerin mesajına açıkça karşı çıkma, onların hayatlarına ve mesajlarına kasdetme biçiminde ‘açık düşmanlık’ şeklinde tezahür ederken, Hıristiyanlaşma, bunun tam tersine peygamberi sevme ve yüceltme şeklinde tezahür etmekteydi.

Hıristiyanlaşma temayülü

Peygamberlik kurumu, insanlık tarihi boyunca iki tür tehditle karşı karşıya gelmiştir:

1) Görmezden gelme, onu tahkir etme, tehdit ve tacizle yıldırma ve en nihayet hayatına kasdetme şeklinde gerçekleşen peygamberin fiziki varlığına yönelik tehditlerdir.

2) Getirdiği mesajın özünü bozma, eksiltme ve artırma yoluyla onu tahrif etme şeklinde gerçekleşen, peygamberin fiziki varlığından çok onun tebliğ ettiği vahye yönelik tehditlerdir.

Kendisinden önceki peygamberin takipçileri arasından çıkan bu vahim sapma örneği Hz. Peygamber’i de çok tedirgin etmiş olsa gerek ki, şu kesin ve keskin talimatı, kendisini sevenlere bir peygamber vasiyeti olarak bırakmıştır:

“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı yücelttikleri gibi siz de beni aşırı yüceltmeyin. Ben, sadece ve sadece bir kulum. O halde ‘Allah’ın kulu ve elçisi deyin.” (Buhari, Enbiya 3484).

Bu nebevi talimatın verilmesine neden olan olayı Ahmed b. Hanbel’in Enes b. Malik’ten naklettiği şu rivayette bulmaktayız:“Bir adam Peygamber’e dedi ki: “Ey Muhammed! Ey Efendimiz, ey efendimizin oğlu! Ey en hayırlımız, ey en hayırlımızın oğlu!” Rasulullah hemen müdahale etti: “Ey insanlar! Sözlerinize dikkat edin ki Şeytan sizi hükmü altına almasın! Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im! Allah’ın kulu ve elçisiyim! Vallahi beni, Allah’ın beni yerleştirdiği konumumdan daha fazla yüceltmeye kalkmanız hoşuma gitmez.” (İbn Hanbel, III, 153).

Rasulullah, peygamber yarıştıran Medine Yahudilerinin aksine, mü’minlerin bu konudaki her teşebbüsünün önünü kesiyordu. Birçok örnekten sadece birkaçını verebiliriz:

Biri Müslüman diğeri Yahudi iki adam tartıştılar. Müslüman “Allah’ın insanlık içerisinden seçip üstün kıldığı Muhammed’dir” dedi. Yahudi de “Hayır, Allah insanlık içerisinden Musa’yı seçip üstün kılmıştır” dedi. Tartışma şiddetlendi, Müslüman Yahudi’ye bir tokat aşketti. Yahudi, Hz. Peygamber’e gelerek olayı anlattı ve Müslümanı şikâyet etti. Nebi buyurdu ki: “Beni Musa’dan üstün tutmayın. İnsanlar Kıyamet Günü bayılacaklar, ben de onlarla birlikte bayılacağım. Ayıldığımda Musa’yı arşa sıkı sıkıya tutunmuş bir vaziyette göreceğim. Bilmiyorum; o da bayılıp benden önce mi ayılacak, yoksa Allah onu bundan istisna mı tutacak?” (Buhari ve Müslim).

Rasulullah, burada Hz. Musa’ya karşı gösterdiği alçakgönüllülüğü Hz. İbrahim’e karşı da gösterecek, Kur’an’da (2/260) aktarılan yaratılış konusundaki merakından dolayı mü’minlerin gönlünde bir tereddüt oluşmasın diye “Ben şüphe etmeğe İbrahim’den daha müstehakkım” diyecektir (Buhari, Enbiya, 46). 

Görev yerini terkeden Hz. Yunus’a karşı gönüllerde oluşabilecek olumsuzluğu önlemek için “Kimseye, ‘Ben Yunus b. Metta’dan daha hayırlıyım’ demek yaraşmaz!” uyarısında bulunacaktır (Buhari, Enbiya, 38).

Yukarıdaki tavır, Efendimiz aleyhissalatu vesselamın örnek ahlâkından bir kesit sunuyor. Kur’an onu bu muhteşem tavrından dolayı “güzel örnek” olarak takdim ediyor. Kur’an tarafından Hz. Peygamber’in örnek gösterilmesi demek, bir başka zaman ve mekânda örnek gösterilen hususun yeniden üretilebilir olması, o zaman ve mekâna taşınabilir olması demektir. Kur’an onu başka zaman ve mekânlara taşınsın diye örnek gösterirken, buna karşı gelişen öyle bir tavır var ki, o tavra göre onu örnek almak ve taşımak imkânsız hale gelmektedir. Bu noktada Kur’an’ın inşa ettiği peygamber tasavvuruyla çatışan karşıt bir peygamber tasavvuru ortalarda gezinmektedir.

Şimdi bu çatışmayı göstermek için birkaç örnek verelim.

Peygamber tasavvurumuzu Kur’an’a arzedelim

Âlemlerin Rabbi ona şu açık talimatı iki ayrı yerde verir:“De ki: ben de sizin gibi bir beşerim.” (Kehf 18/110 ve 41:6).

Âlemlerin Rabbi ona “bizim gibi bir beşer” olduğunu söylemesini emrederken, bir yandan tam tersi bir gayret gelişir: Allah Rasulü’nün her şeyiyle bizim gibi bir beşer olmadığını isbatlamak. Bunu yapan seleflerimiz elbette Kur’an’la karşılıklı ip çekişelim diye yapmazlar bunu. Fakat ortaya çıkan sonuç, bir bakıma bu neticeyi verir gibidir.

Rasulullah güreşte bir numaraydı (Şifa, 1/69). 

O koşuda bir numaraydı (age). Gözleri herkesten ayrı olarak gece de gündüz gibi görürdü (Hasais, 1/61).

Bir yere oturduğu zaman omuzları herkesin omuzlarından yukarıda olurdu (age, 1/68). 

Gölgesi yoktu, gölgesi yere düşmezdi (Şifa, 1/68). 

Bin ismi vardı (el-Hasais, 1/77).

Üzerine sinek konmazdı (age, 1/67). 

Allah Rasulü cinsel güç olarak dört bin erkek gücüne sahipti (Şifa 1/90).

Bütün bunlar sayılmış da Efendimiz’in sesinden hiç bahis açılmamış. Mesela “sesi herkesten güzeldi” gibi… Bu konuda birilerini rivayet imalinde bulunmaktan alıkoyan şey, efendimizin sesini ardında namaz kılan binlerce insanın duymuş olması olsa gerek.

Teri misk gibi kokardı (Şifa 63). 

Belli ki aynı Rasulullah’ın “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi” buyurduğu ve bunlardan birinin de “güzel koku” (Ebu Davud) olduğu göz ardı edilmiş. Yine Tahrim Sûresi’nin iniş sebebi olarak nakledilen içtiği bal şerbetinden dolayı nefesinin “meğafir” koktuğu rivayeti akla gelmemiş.

El-Hasais sahibi Allah Rasulü’ne has mucizevî nitelikleri toplama iddiasındaki eserinde “İdrarının ve Büyük Abdestinin Mucize Olduğuna Dair Bab” şeklinde bir başlık açabilmiş ve orada hiçbir sıhhati olmadığı herkesçe bilinen bir sürü rivayet nakledebilmiştir (el-Hasais 1/70). 

Yine aynı müellif Hz. Peygamber’in hacamat ile aldırdığı kanı içmenin caiz olduğu söyler (age, 1/68). 

Bevlini yanlışlıkla içen bir kadına ebediyen karın ağrısı görmeyeceğini söylediği rivayet edilir (Şifa, 1/65). 

Bu tür rivayetlerin sahih olmadığını söylemeye bile hacet yoktur.Bütün bir yaklaşıma cevap sadedinde şu sorular sorulmalıdır:

1. Allah Teâlâ elçisi Muhammed aleyhisselamı bize örnek göstermektedir. Ben bu anlatılanlardan hangisini, nasıl örnek alabilirim? Bana bunların ne yararı dokunur?

2. Allah’ın “âlemlere rahmet”, “muhteşem ahlâka sahip”, “güzel bir örnek” olarak tanıttığı zaten yüce olan Rasulullah’ın yüceltilmeye ihtiyacı var mıdır? Bunlar olmasa nesi eksilir? Onun bizim övgümüze ihtiyacı yok, fakat bizim onu anlamaya ihtiyacımız var. Zira onu Allah övmüştür.

3. Bu tür bir yaklaşım, hangi açığı ne ile kapatmaktadır? Kimin kesesinden kime ne vermektedir? Dahası, yerine getirmediğimiz hangi sorumluluğun üzerini sıvamaktadır.İşte bu nedenle peygamber tasavvurumuzu Kur’an’a arz etmek zorundayız. Çünkü:

1. Hz. Peygamber’i en iyi öğrenebileceğimiz kaynak, onu peygamber olarak atayan ilahi kaynaktır. Kur’an o kaynaktan gelmiştir.

2. Hz. Peygamber’i tanıtan en objektif, en orijinal ve en sahih kaynak Kur’an’dır. Objektiftir, çünkü beşerin hissî ve indî yaklaşımları ondan uzaktır. Orijinaldir, çünkü Hz. Peygamber’le Kur’an arasına bir mesafe girmemiştir. Zaman, mekân ve imkân olarak ondan daha ötesi düşünülemez. Sahihtir, çünkü Kur’an, bir bilgi kaynağı olarak her mü’min için “içerisinde kuşku barındırmayan” tek kaynaktır.

3. Nasıl ki bize Kur’an’ı Hz. Peygamber öğretmişse, Hz. Peygamber’i de Kur’an öğretmektedir. Kur’an’ı Peygamber’in aracılığına başvurmadan anlamaya çalışmak nasıl Kur’an’ı yanlış anlamaya yol açıyorsa, Hz. Peygamber’i Kur’an’ın aracılığına başvurmadan anlamaya çalışmak, peygamberi yanlış anlamaya yol açacaktır. Bu ikisi et ve tırnak, tohum ve toprak kadar birbirinden ayrılamaz.

İşte bu nedenlerle Kur’an’ın tanıttığı Peygamber, peygamberlik kurumu ve Hz. Peygamber’le ilgili tüm tasavvur ve yaklaşımların kendisine vurulması gereken mihenk taşıdır. Yaklaşımların bir yanlış anlamadan kaynaklanıp kaynaklanmadığı, bir anlama problemi taşıyıp taşımadığı, ancak o yaklaşımın Kur’an’ın tanıttığı peygambere kıyaslanması sonucu anlaşılabilir.

Hz. Peygamber, vahyin vesilesidir. Vesilesi yanlış anlaşılmışsa, vahyin doğru anlaşılmasının en büyük garantisine halel gelmiş demektir.

Kur’an’a göre o, hayatın aktif, kurucu ve inşa edici bir öznesidir. Misyonu ölümsüz olandır. Kur’an, onu çağa taşımak için çırpınır. Onun tarihe hapsolmasını önlemek için onunla ilgili tarihsel olayları mü’minin yüreğine, imanına, ibadetine taşır. Kur’an mü’minin hayatında onu güncel kılmak için ne gerekiyorsa yapar.Kur’an’ın ‘bak’ dediği yerden bakanlar da onu ‘üretmek’ için çaba harcarlar. Kur’an’da onu, onda Kur’an’ı görürler. Onu Kur’an’la, Kur’an’ı onunla tanırlar. Kur’an’a onun aynası, ona Kur’an’ın aynası gibi bakarlar. Onlar, onun risalet mirasını sürdürmemeyi ona ihanet sayarlar.

Rabb’im! Bizi peygamberin mirasından geçinenlerden, onu müsrifçe tüketenlerden eyleme! Onun mirasına sadık olanlardan, onu yaşayarak ve çağa taşıyarak üretenlerden eyle! 

Âmin.