26 Haziran 2014 Perşembe

Küresel Konumlama Sistemi: GPS




Askeri amaçla icat edilen ama bugün günlük hayatımızın bir parçası olan internet gibi, GPS sistemi de bireysel kullanıcılar arasında yaygınlık gösteriyor. “Neredeyim” sorusunun yanı sıra, “nasıl giderim?” sorusuna da yanıt veren GPS’i artık neredeyse her telefon ve her otomobilde görmek mümkün.
Küresel Yer Belirleme Sistemi ya da Küresel Konumlandırma Sistemi’nin (İng: Global Positionin System) temel çalışma prensibi düzenli olarak kodlandırılmış bilgilerin yollandığı bir uydular sistemi ile bu uydular arasındaki mesafeyi ölçmektir. Üç çemberin bir noktada ya da dört kürenin bir noktada kesişmesi prensibince uydular ile aradaki mesafelerin ölçülmesi ile Dünya üzerinde kesin yer tesbiti yapabilen sistem bireyler için askeri araçlarda olduğu kadar hassas olmasa da bu işlemi neredeyse hatasız gerçekleştiriyor.
Eğer koordinatları bilinen üç noktaya olan uzaklığınızı biliyorsanız, konumunuzu da kesin olarak bilebilirsiniz, çünkü üç çember tek noktada kesişecektir. Yükseklik bilgisi içinse dört noktaya ihtiyaç vardır. GPS uyduları, Dünya'nın neresinde olursanız olun dört uyduyu görebileceğiniz şekilde dolaşırlar.
GPS’in öncelikli olarak ortaya çıkış sebebi roket ve füze atışlarının yön bulması, hedef belirleme ve hedefe asker çıkarma gibi askeri ve savunma sistemlerinde duyulan ihtiyaçlardı. GPS sistemi askeri alanda o kadar başarılı oldu ki, zamanla ticari kullanıma açılabileceği düşünüldü ve 1980’li yıllarda sivil hayata da uyarlanarak kullanılmaya başlandı.
Sistemin temel çalışma prensibi en basit anlatımı ile şu şekildedir:: ABD Savunma Bakanlığı’na ait olan ve yörüngede sürekli olarak dönen 21’i aktif, 3’ü yedek 24 adet uydudan oluşur. Uyduların yaydığı radyo sinyalleri ile Dünya üzerinde bulunan bir noktadaki GPS alıcısı arasındaki haberleşmenin süresi ölçülerek, aradaki mesafe belirlenir ve böylece konum belirlemesi mümkün olur.
GPS ‘in askeri alandaki kullanımına o kadar gelişmiştir ki kıtalarası menzile sahip seyir füzeleri ve balistik ya da güdümlü füzeler hem fırlatma hem de hedef konumunun belirlenmesi amacı ile GPS’i kullanır.  Ayrıca savunma ve saldırı amaçlı Amerikan Nükleer Patlama Gözlemleme Sisteminin büyük bir parçası olarak GPS uyduları nükleer patlama dedektörleri içerir. Yolcu uçaklarının tamamında GPS etkin bir şekilde kullanılır ve uçuşun emniyetle gerçekleştirilmesi için de büyük önem taşır.
Askeri alanda çokça faydalanılan bu sistemi Türk Silahlı Kuvvetleri de komando birliklerinin intikal, travers, arazide yön bulma gibi birçok alanda kullanmaktadır.
1980’li yıllarda sivil alanda kullanımı artan GPS sistemlerinin, sağlık alanında da Görme Engelliler için “Mobic, Drishti, Brunel Navigation System for the Blind, Noppa, BrailleNote GPS ve Trekker” gibi projeler doğmuş ve yürütülmeye başlanarak geliştirilmektedir. Ayrıca dünya üzerinde sivil amaç için kullanılan en gelişmiş ve pahalı GPS alıcılarının haritacılar tarafından sınırların belirlenmesi, yapılan harita işaretlerinin, konum tespiti ve yol yapım çalışmalarında kullanılmaktadır.
GPS sistemi UTC ve GMT’den farklı olarak kendi uyduları üzerindeki atomik saatleri kullanmaktadır. Bunlar 6 Haziran 1980’de sıfırlanmış ve artık saniyelerin düzeltilmesi yapılmadığı için UTC’den 14 saniye ileridedir.Bu nedenle periyodik olarak GPS alıcılarına UTC saat bilgisi gönderilir.
GPS sistemini temel olarak dört ana bölümden oluşur. GPS sinyallerinin üretilmesini sağlayan NAVSTAR sistemi, uzay bölümü (uydular), kontrol bölümü (yer istasyonları) ve kullanıcı bölümüdür. (GPS alıcısı)
Uyduların dağılımı ve seçilen nokta için görünür uydu sayısının değişimi animasyonda görülmektedir. (Kaynak: Wikipedia)
GPS projesi ilk uydunun 1978′de ABD’den ateşlenmesiyle başlamıştır. 24 uyduluk ağ 1994′de tamamlanmıştır. Projenin devamlılığı ve geliştirilmesi ile ilgili bütçe ABD Savunma Bakanlığı’na aittir.
Uzay bölümü, GPS sisteminin oluşumunda en az 24 uydu (21 aktif uydu ve 3 yedek) yer alır ve sistemin merkezidir. Uydular, “Yüksek Yörünge” adı verilen ve dünya yüzeyinin 20.200 km üzerindeki yörüngede bulunurlar. Bu kadar yüksek irtifada bulunan uydular oldukça geniş bir görüş alanına sahiptirler ve dünya üzerindeki bir GPS alıcısının her zaman en az 4 adet uyduyu görebileceği şekilde (kotrol mekanizmasının çalışabilmesi için) yerleştirilmişlerdir.
Uydular saatte 7.000 mil hızla (yaklaşık 11.200 km) hareket ederler ve 12 saatte, dünya çevresinde bir tur atarlar. Güneş enerjisi kullanılarak çalışırlar ve en az 10 yıl kullanılmak üzere tasarlanmışlardır. Ayrıca güneş enerjisi kesintilerine karşı (güneş tutulması vs.) yedek bataryaları ve yörünge düzeltmeleri için de küçük ateşleyici roketleri vardır. Bu roketler kullanımdan çıkartılacak uyduyu yörüngeden almak için de tasarlanmışlardır.
Uyduların her biri, iki değişik frekansta ve düşük güçlü radyo sinyalleri yayınlamaktadır. (L1, L2) Sivil GPS alıcıları L1 frekansını (UHF bandında 1575,42 Mhz), ABD Savunma bölümü alıcıları L2 (1227,60 Mhz) frekansını dinlemektedirler. Bu sinyal “Görüş Hattında” Line of Sight ilerler. Yani bulutlardan, camdan ve plastikten geçebilir ancak duvar ve dağ gibi katı cisimlerden geçemez.
GPS sinyalleri binalardan yansıdığı için şehir içlerinde araziye oranla hassasiyeti azalır. Yeraltına kazılan tünellerde ise sinyal elde edilemez. Hatalı sinyallerin elde edilebileceği ya da hiç sinyal elde edilemeyen bölgelerde kullanılmak üzere geliştirilen Diferansiyel GPS’ler tarafından bu hatalar en aza indirilerek daha hassas bir yer ölçümü yapılabilir ama başarı %100 değildir.
Basit bir ifadeyle GPS sisteminin, bildiğimiz radyo istasyonu sinyalleri ile L1 frekansını kıyaslamak istersek; FM radyo istasyonları 88 ile 108 Mhz arasında yayın yaparlar, L1 ise 1575,42 Mhz’i kullanır. Ayrıca GPS’in uydu sinyalleri çok düşük güçtedirler. FM radyo sinyalleri 100.000 watt gücünde iken L1 sinyali 20-50 watt arasındadır. Bu yüzden GPS uydularından temiz sinyal alabilmek için açık bir görüş alanı gereklidir.
GPS uyduları tarafından gönderilen elektromanyetik dalgalar atmosferden geçerken bükülmeye uğrarlar. L1 ve L2 bantları farklı dalga boylarına sahip olduğundan farklı oranda bükülmeye uğradığından aradaki farklılık hesaplanarak atmosferik bozulma engellenerek çok daha hassas bir yer bilgisi hesaplanabilir. Sadece L1 bandı kullanılarak (diferansiyel GPS ile dahi) 98 m. hassasiyet elde edilebilirken, L1 ve L2 bantlarının ortak kullanımı ile 1 m.’nin altında hassasiyete ulaşmak mümkün olmaktadır.
Her uydu yerdeki alıcının sinyalleri tanımlamasını sağlayan iki adet özel pseudo-random (şifrelenmiş rastgele kod) kodu yayınlar. Bunlar Korumalı (Protected P code) kod ve Coarse/Acquisition (C/A code) kodudur. P kodu karıştırılarak sivil izinsiz kullanımı engellenir, bu olaya Anti-Spoofing adı verilir. P koduna verilen başka bir isimde “P (Y)” ya da sadece “Y” kodudur.
Bu sinyallerin ana amacı yerdeki alıcının, sinyalin geliş süresini ölçerek, uyduya olan mesafesini hesaplamayı mümkün kılmasıdır. Uyduya olan mesafe, sinyalin geliş süresi ile hızının çarpımına eşittir. Sinyallerin kabul edilen hızı ışık hızıdır. Gelen bu sinyal, uydunun yörünge bilgileri ve saat bilgisi, genel sistem durum bilgisi ve iyonosferik gecikme bilgisini içerir. Uydu sinyalleri çok güvenilir atom saatleri kullanılarak zamanlanır.
Adından anlaşılacağı gibi, Kontrol Bölümü, GPS uydularını sürekli izleyerek, doğru yörünge ve zaman bilgilerini sağlar. Dünya üzerinde 5 adet kontrol istasyonu bulunmaktadır:Hawai, Kwajalein, Colorado Spring (Ana merkez), Ascension adaları ve Diego Garcia. Bunlardan dördü insansız, biri insanlıdır (ana kontrol merkezi). İnsansız kontrol merkezleri, topladıkları bilgileri ana merkeze yollarlar. Ana merkezde bu bilgiler değerlendirilerek gerekli düzeltmeler uydulara bildirilir.
Kullanıcı bölümü ise yerdeki alıcılardır. Çeşitli amaçlarla GPS kullanarak yerini belirlemek isteyen herhangi bir kişi, sistemin kullanıcı bölümüne dahil olur.
GPS'in Avrupalı rakibi Galileo’nun planlanan kullanım amaçları aşağıdaki başlıklar altında özetlenebilir: (i) Açık Servis (OS) : Bireysel navigasyon araç ve cihazlar için kullanılacak herkese açık, ücretsiz servis. (ii) Ticari Servis (CS) : OS’ye ek olarak gelen iki ek şifreli sinyal, daha yüksek hız ve dolayısıyla daha iyi performans sunar. (iii) Emniyet Servisi (Safety of Life: SoL): Havacılık gibi emniyetin ön planda tutulduğu hassas faaliyet alanları için geliştirilmiştir. (iv) Kamu Servisi (PRS) : Polis ve ordu gibi güvenlik unsurlarına, ya da kamu güvenliği ve refahını sağlamakla yükümlü kuruluşlara şifreli servis sunacaktır. (v) Arama ve Kurtarma Servisi (SAR) : Yardım ve kurtarma hizmetlerini destekleme amaçlı servis.
GPS Sisteminin alternatifi olarak geliştirilmiş diğer sistemler de mevcuttur. Amerikalı GPS’e karşılık Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere’nin AB ülkeleri olarak geliştirdiği Galileo projesi 1999 yılında hayata geçmiş ve 2003 yılında ise Avrupa Birliği ve Avrupa Uzay Ajansı tasarımı resmi olarak üstlenmiştir. Galileo projesi aynı yıl sınırlarını aşarak Çin’i de bünyesine dahil ederek bu yolda sınır kapılarını açmıştır. Proje kapsamında AB üyesi olmayan ülkelerden sadece Çin ile yetinmeyerek 2004 yılında İsrail, 2005 yılında Ukrayna ve Hindistan ve Fas son olarak da 2006 yılında Güney Kore ve Norveç projeye dahil olmuşlardır. Bununla birlikte AB üyesi 27 ülke ise bu projeye dahil olup olmama yönündeki tartışmalara 2007 yılında bir son vererek projeye dahil olmuşlardır.
Galileo’nun GPS’ten en büyük farkı Sivil ve Endüstriyel alanlarda da kullanıma hitap etmesidir. GPS ise öncelikli olarak askeri kullanımın sonrasında sivilleştirilmiştir.
Bunların haricinde Çin 2000 yılında Beidou 1 ve Beidou 2 sistemi ile benzer bir projeyi kendi başına oluşturmaya başlamıştır. Rus Glonass projesi ise yine aynı amaçla tüm dünyada kullanıma başlanmıştır ve kendi imkanları ile geliştirmiş oldukları bu sistem tamamen askeri alt yapı üzerinde hizmete devam etmektedir. Hindistan ise bölgesel olarak “Hindistan Bölgesel Konum Belirleme Sistemi (İng.Indian Regional Navigation Satellite System)” (IRNSS)’i geliştirmektedir. IRNSS GPS sisteminin yerel bir Hindistan versiyonu olarak değerlendirilebilir.
Dünya üzerinde çeşitli konum belirleme sistemleri her geçen gün geliştirilmekte ve bu sistemler ile gerek askeri gerekse sivil hayatta ihtiyaç duyulan kullanım amaçlarına göre sınıflandırılarak kullanılmaya devam edilmektedir. Bu sistemler içerisindeki ilk proje GPS olduğundan dolayı mevcut sistemlerin tamamı halk arasında GPS olarak adlandırılmaktadır. Kullanım alanları ise hayal gücü ile sınırlıdır.
Galileo sisteminin çalışması, uydular ve atomik saatler hakkında açıklayıcı bir videoyu aşağıdan izleyebilirsiniz:



Kaynaklar:

* http://tr.wikipedia.org/wiki/GPS
* (İngilizce) GPS dispatch systems
* MAPIST – Magellan GPS/Türkiye
* http://bilimveteknik.com/konumuz/glonass.html
* SavunmaSanayi.NET





Alıntı : http://www.acikbilim.com/2012/01/dosyalar/kuresel-konumlama-sistemi-gps.html

Uzay Boşluğunda Hayatta Kalmak: Tardigrada




Mutlak sıfıra yakın sıcaklık, tam vakum ortamı ve kozmik radyasyon… Bir canlı için belki de en zorlu koşul, uzay boşluğu olsa gerek.
Bir insanın uzay boşluğuna korumasız olarak çıkması, saniyeler içinde donmasına, akciğerlerinin çökmesine, kanındaki tüm oksijenin gaza dönüşmesine neden olabilir. Durum, bizim gibi kompleks canlılar için bu kadar vahim iken, sıra dışı bir canlı türü, uzay boşluğunda zarar görmeden günlerce hayatta kalabiliyor. Tardigrad’lar…
Günümüzde, Tardigrada şubesine bağlı 1000 farklı Tardigrad türü tanımlanmış durumda. Habitatları o kadar geniş ki, Himalaya’lardan(+6000 metre) derin denizlere (-4000 metre), ekvatordan kutuplara kadar her yerde bu türlere rastlamak mümkün. Aynı zamanda, göl, tatlı su kaynakları, taş duvarlar ve çatı gibi daha ılımlı ortamlarda da bu canlılar görülebiliyor. Genellikle nemli ortamlarda yaşayan bu türler, düşük nem ortamlarında da hayatta kalabiliyor.
Tardigrad’ların popülaritesi de yaşadığı çevrelerin bu aşırı özelliklerinden kaynaklanıyor. Bir çok canlıyı öldürebilecek olan ortamlarda hayatta kalabiliyor. Mutlak sıfıra (−273 °C) yakın sıcaklıklarda yaşayabilirken, çoğu hayvanın dayanabileceği radyasyondan 1.000 kat daha fazla radyasyona direnç gösterebiliyor.


Küçük Dev!


Aynı zamanda “Su ayısı” olarak da adlandırılan Tardigrad’lar suda yaşayan, mikroskobik boyutlarda ve 8 bacaklı bir hayvan türü. İlk defa 1773′te Johann August Ephraim Goeze tarafından keşfedilen tür, su içinde yaşamasına rağmen bacaklara sahip olması yüzünden “su ayısı” (Kleiner Wasser Bär) lakabını almış. Keşfinden 3 yıl sonra İtalyan biyolog Lazzaro Spallanzani tarafından “Yavaş Yürüyen” anlamındaki Tardigrada adı verilmiş. Işık mikroskoplarında rahatlıkla görünen yetişkinlerinin boyu 1.5 mm’yi bulurken, en küçükleri0.1 mm’nin altında olabiliyor. Hayata yeni başlamış bir larvalarının boyutu ise sadece 0.05 milimetre.
Tardigrad’lar, silindirik bir vücuda bağlı, biraz tombul sayılabilecek 4 çift bacağa sahip. Baş kısmını saymazsak, 4 bölmeli olan vücudu, her bölmesinde eklemsiz ve 4 pençeli bacaklar barındırıyor. Pençeli bacaklar, kum tanelerine veya bitki yüzeylerine tutunmalarını sağlıyor. Kitin’den oluşan dış katmanı (kütikül) ise periyodik olarak yenileniyor.

Yapısal Özellikleri


Tardigrad’ların bir diğer ilginç özelliği ise “eutelic” olması. Bunun anlamı, bireylerin doğum anında sahip olduğu hücre sayısının hayatları boyunca sabit kalması. Aynı türdeki tüm bireyler de aynı sayıda hücreye sahip. Kimi türler 40.000 kadar hücre barındırırken, kimileri daha az hücreye sahip. (“Eutelic” organizmaya diğer bir örnek olarak yuvarlak solucanlar verilebilir.) Üremeleri ise eşeyli olabileceği gibi, partenogenez ile gerçekleşebiliyor. Yani dişi yumurtası, döllenmeden bir birey oluşturabiliyor.


Tardigrad’lar, bizim sahip olduğumuz gibi solunum organlarına sahip değiller. Gaz alışverişi, tüm vücut yüzeyi üzerinden gerçekleştiriliyor. Ağız kısmı ise “stylet” adı verilen keskin, bıçak benzeri yapılara sahip. Bu kısımlar ile bitki hücrelerini, algleri, küçük omurgasızları ve hatta diğer Tardigrad’ları tüketebiliyorlar.


Tardigrad’ları Ne Yok Eder? Hiçbir Şey!


Bu canlılar  üzerinde gerçekleştirilen gözlemler, bu türlerin sıcak su kaynaklarında, Himalaya’ların tepe noktalarında, katı buz katmanlarının altında ve okyanus çökeltilerinde yaşam bulabildiğini gösteriyor. Şimdi Tardigrad’ların dayanabildiği bu aşırı çevre şartlarına biraz değinelim, ardından bu dirençlerini neye, hangi mekanizmalara borçlu olduklarına inceleyelim..

Sıcaklık:

Tardigrad’lar, 151 °C sıcaklıkta dakikalarca hayatta kalabiliyor. Aynı şekilde -200 °C’de de zarar görmeden günlerce yaşayabiliyor. Mutlak sıfırın 1 °C üstünde (-272 °C’de) de bir kaç dakika boyunca canlı kalabilir.

Basınç:

Bu türler, aşırı derecede düşük basınçta (vakum ortamında) da canlı kalabiliyor. Benzer şekilde atmosferik basıncın 1200 katı kadar yüksek basınçlarda da canlılığını kaybetmiyor. Yapılan önceki uzay deneylerinde, uzay vakumuna doğrudan 1o gün boyunca maruz kalan Tardigrad’ların Dünya’ya geri getirildiklerinde canlı kaldığı görülmüş. Tardigrad’ların bazı türlerinin ise atmosferik basıncın 6000 katına dayandığı bilinmektedir. Ki bu basınç, okyanus tabanının en derin noktasındaki (Mariana Çukuru) basıncın yaklaşık 6 katı.

Susuzluk:

Tardigrad’lar, mutlak kuru bir ortamda 10 yıl boyunca hayatta kalabilmektedir.

Radyasyon:

Çoğu canlı için ölümcül radyasyon seviyelerinde, Tardigrad’lar hayatta kalabilir. 5000 Gy ve 6200 Gy gibi radyasyon seviyelerinde hayatta kaldığı gözlemlenmiştir. Kıyaslama yapmak istersek, insanlar için 10 Gy’nin ölümcül olduğunu söylemek yeterlidir. 2007 Ekim’de gerçekleştirilen Foton-M3 adlı uzay uçuşu sırasında kozmik radyasyona maruz kalan Tardigrad’lar Dünya’ya geri döndüklerinde%68′den fazla oranda hayatta kalabilmiş ve hatta sağlıklı yavru verebilmiştir. Mayıs 2011 yılında Endeavour mekiğinin son görevi STS-134′te de Tardigrad’lar üzerinde yoğun çalışmalar gerçekleştirilmiştir.

Çevresel Toksinler:

Tardigrad’ları chemobiosis adı verilen evreye girerek, çevresel toksinlere karşı yüksek direnç gösterebilirler. Ancak, bu konuda gerçekleştirilen laboratuvar çalışmaları hala sürmektedir.

Peki Nasıl?

Peki Tardigrad’lar bu aşırı ortamlara nasıl dayanabiliyorlar? Öncelikle, şunu belirtmekte fayda var: Yukarı sayılan aşırı koşullarda, Tardigrad’lar aktif olarak hayatta kalmıyorlar. Onun yerine Cryptobiosis adı verilen yarı-ölü evreye geçiyorlar. Kış uykusuna benzer bu evrede, metabolizma hızı neredeyse sıfırlanıyor. Cryptobiosis evresinde en belirgin değişikliklerden biri ise programlı su kaybı.
Aşırı düşük sıcaklıklarda, Tardigrad’ların vücutlarındaki su oranını %85′ten %3′e kadar azalıyor. Bu şekilde, düşük sıcaklıklarda vücut suyunun donması ile meydana gelecek hasarlar önlenmiş oluyor. (Donma sırasında meydana gelen en büyük hasar, hücre içindeki suyun kristalleşerek hücre zarlarına fiziksel zararlar vermesidir.) Tardigrad’lar hücrelerindeki suyu atarak, olası kristallenmeleri önlüyor. Bu direnç mekanizmasına da Cryobiosis adı veriliyor.
Su kaybı, radyasyon direncinde de rol alıyor. Bu konu ile ilgili çalışmalar sürse de, temel direncin, vücutlarındaki düşük seviye sudan geldiği öne sürülüyor. Radyasyonun hücre içinde meydana getirdiği reaktif moleküller, susuz ortamda tepkime veremiyor. Düşük miktarda su, olabilecek “zararlı” reaksiyonların da meydana gelme riskini bu şekilde azaltıyor.
Tardigrad’lar vücutlarındaki tüm suyu attıklarında, kıvrılıp şekil değiştirerek “tun” adlı formu alıyor. Bu durumda, metabolizma, normal seviyesinin %0.01′inden daha az seviyede çalışıyor. Vücutlarındaki su seviyesi ise normalin %1′ine kadar inebiliyor.

Tardigrad’lar Üzerine Gelecek Çalışmalar

Cryptobiosis üzerinde gerçekleştirilecek çalışmalar, Tardigrad’ların bu “hayatta kalma becerilerini” diğer organizmalara da uygulanmasını sağlayabilir. Nitekim, 2004 yılında bu konu ile ilgili gerçekleştirilen çalışmalar, aşı teknolojilerinde bazı gelişmeleri sağlamış bile. Cryptobiosis özelliği ile, bazı patojenleri öldürmeden kurutmak mümkün. Bu sayede, aşının içeriğindeki “zayıflatılmış organizmalar” kuru şekilde saklanabiliyor. Genel kullanıma açılırsa “kuru aşılar”, soğutuculara gereksinimi ortadan kaldıracak, dağıtım ve depolama açısından önemli avantajlar yaratacak.
Benzer teknolojiler, spermlerin, tohumların kanın ve farklı gıdaların saklanması için de ileride kullanılabilir. Kim bilir, olası insan uygulamalarında, gezegenler arası yolculuklarda, dondurarak uyutma işlemi pek ala mümkün olabilir.

Kaynaklar:

Illionis Wesleyan University, Species Distribution Project (http://www.iwu.edu/~tardisdp/tardigrade_facts.html)
Encyclopedia of Life, Tardigrada (http://eol.org/pages/3204/overview)
Wikipedia, Tardigrada (http://en.wikipedia.org/wiki/Tardigrade)
BBC Nature, Tardigrades: Water bears in space (http://www.bbc.co.uk/nature/12855775)
BBC News, High hopes for fridge-free jabs (http://news.bbc.co.uk/2/hi/health/3754504.stm)






Alıntı : http://www.acikbilim.com/2011/12/incelemeler/uzay-boslugunda-hayatta-kalmak-tardigrada.html

İnceleme: Eminim Kolaylaştırmışsınızdır Bay Feynman!




Fizikçi denildiğinde insanların aklına Einstein gelir genelde, ikinci sırada gelen bir fizikçi varsa o da Hawking’dir. Ama ülkemizde çok az insan Feynman adını, onun fiziğe eşsiz katkılarını veya bilimi geniş kitlelere sevdirmek için geçmiş geçmiş bütün bilimadamlarından daha çok katkı yaptığını bilir.
Oysa Feynman kadar bilim dünyası dışındaki insanlara fiziği sevdirmiş insan yoktur. Bugün Brian Cox, Brian Greene, Simon Singh ve benzeri bir çok populer bilim yazarı ve onların kitapları var ancak hala dünyada insanların en çok aldığı popüler bilim kitapları onunkiler.
Oğlak yayınlarından çıkan “Büyük Fizikçiler” adlı kitabın kapağında Galileo’dan Einstein’a, Newton’dan paul Dirac’a kadar bir çok fizikçinin fotoğrafı var. Herhangi bir öğrenciye “bu fizikçilerden hangisinden fizik dersi almak istersin?” diye sorsanız muhtemelen Feynman’ı  işaret edeceklerdir. Fotoğrafta feynman’ın yüzüne yandan vuran ışık yüzünün bir yanını aydınlık tutarken, yüzünün diğer yanı görece karanlıktır. Fotoğrafçı Feynman’ın iki farklı yönüne dikkat çekmektedir sanki . Aydınlık yarısı Feynman’ın fizik kurallarını keşfetmeye ve  doğanın gizemlerini çözmeye merakını yansıtırken diğer yarısı kendisinin ucuz barlar, fahişeler ve striptiz kluplerinde takılmaya meraklı hergele yönünü yansıtmaktadır. Ne de olsa, “Feynman en büyük bilim dahilerinden ve eksantrikler topluluğunun en eksantrik tiplerinden biriydi” (1)
Feynman’ın en kuvvetli özelliği gözlemlediği olguları kendi kafasında tekrar yaratıp basitleştirebilmesi , bu sayede fizik kuramı haline getirip herkesin anlayabileceği şekilde insanlara aktarabilmesi idi. Bu yüzden Feynman gelmiş geçmiş en iyi fizik öğretmenlerinden biriydi.  Caltech 1. sınıfta öğrencilerin girdiği fizik derslerinin kalitesini yükseltmek için Feynman’a 1. sınıftaki fizik derslerini vermeyi teklif eder. Feynman sadece bir kereliğine olmak üzere kabul eder. Caltech yönetimi bütün dersleri videoya alır, tahtadaki bütün çizimleri fotoğraflar ve daha sonra bu dersler “The Feynman lectures on Physics” adı ile 3 cilt halinde yayınlanır. Aynı dersleri “Tuva project”(2) adı altında şu adresten izleyebilirsiniz: (http://research.microsoft.com/apps/tools/tuva/index.HTML )
Feynman’ın iyi bir bilim adamı ve öğretmen olmasındaki en büyük katkı kendisine  babasından gelmiştir. Feynman “The Making of a Scientist”(3) adlı yazısında babasının kendisinin eğitimine ve dünyayı algılayışına katkılarını detaylıca anlatır. Feynman’ın babası onu daima kendisine iletilen bilgileri kendi anlayışına göre tekrar yorumlamasını ve algılamasını öğretmiştir.  Misal, ansiklopediden bir dinazorun boyunun 5 metre olduğunu mu okudular hemen burda babası okumayı keser ve ona “Hadi bunun anlamını kavramaya çalışalım. Misal, eğer ön bahçemizde duruyor olsa idi kafasını pencremizden içeri uzatabilirdi” derdi . Feynman babasının bu sayede okuduğu her şeyi gerçek dünyaya yansıtabildiğini dile getirir. Feynman da bu huyu ondan kapmıştır ve artık öğrendiği her şeyi “çevirmeye” çalışır, gerçekte ne anlama gelmektedir öğrendiği onu dile getirmeye çalışır artık sürekli. Bir kır gezisinde gördükleri kuşun ismini bilmektense “kuşun nasıl davrandığını ve niye öğyle davrandığını “ gözlemlemek ve sonuçlar çıkarmak daha değerlidir. Feynman bilimsel metodolojiyi daha çocukken bu şekilde içselleştirmiştir. Gözlem, açıklama, deneme-sınama ve kuram oluşturma artık onun günlük hayatının bir parçasıdır.
Feynman bir çok fizik kuramını kendi oluşturduğu kanıtlarla ve inanılmaz şekilde basitleştirerek öğrencilerine aktarabilmekteydi.  “Yaratamadığım şeyi anlayamam” diyen bir insan olarak öncelikle her türlü olguyu ve kuramı kendi kafasında tekrar yaratmakta ve buradan yola çıkarak kendi fizik kuramlarını oluşturmaktaydı. Feynman en karmaşık konuları bu sayede basitleştirebilmekte ve gerçek hayattan benzetmelerle herkes tarafından anlaşılabilir kılmaktaydı.
Feynman’ın bu yeteneğini en iyi gösterdiği kitaplardan birinden bahsetmek istiyorum bu yazıda. Evrim yayınlarından çıkan  “Altı Kolay Parça” (4) adlı bu kitapta Feynman en temel düzeyden başlıyarak klasik fiziğin en önemli konularını okuyucuya hiç matematik kullanmadan anlatır. Kitaptaki konular “Feynman’s lectures on physics” kitabından özettir ve hiç fizik bilmeyen biri bile kitabı bitirdiğinde temel fizik kuramlarına vakıf olabilir, en azından ne anlama geldiklerini kavrayabilir. Kitap konuları  aşağıdaki şekildedir.:
1.    Atomlar hareket halinde
2.    Temel fizik
3.    Fiziğin diğer bilim dalları ile ilişkisi
4.    Enerjinin korunumu
5.    Çekim Kanunu
6.    Kuantum Fiziği
Kitabın en ilgi çekici yanı hiç matematik ve benzeri araçlar kullanmadan sadece Feynman’ın anlatışı ile okuyucuya temelden başlayarak fizikteki en temel kuramları aktarabilmesidir. Bunun için Feynman en temelden başlar: atomlardan. Feynman ilk bölümde öncelikle şu soruyu sorar: “Eğer tüm bilimsel birikimimiz yok olma tehlikesi ile karşı karşıya alsa ve gelecek nesillere bütün bilimsel birikimi tekrar oluşturmalarına yardımcı olacak şekilde tek bir cümle iletilecek olsa bu ne olurdu?”
Cevabı kendisi verir: “ Her şey atomlardan yapılmıştır -  sürekli devinim halinde olan, biraz uzaklaştıklarında birbirlerinden, birbirlerini çeken ancak sıkıştırılmaya çalıştıklarında birbirlerini iten küçük parçacıklar”
Richard Feynmann: “Her şey atomlardan yapılmıştır - sürekli devinim halinde olan, biraz uzaklaştıklarında birbirlerinden, birbirlerini çeken ancak sıkıştırılmaya çalıştıklarında birbirlerini iten küçük parçacıklar”
Feynman sadece bu cümleden yola çıkarak yoğunluk, basınç, kimysal rekasiyon ve daha bir çok şeyi basitçe açıklar ve dahi kaşığınıza aldığınız çorbayı soğutmak için neden üflemeniz gerektiğini de. Feynman’ın öğretim metodu bu kadar basit ve zariftir. En temel düzeyden başlayıp adım adım daha karmaşık kavramlara geçiş yaptırır okuyucusuna/öğrencisine. Anlattığı her şeyi o kadar içselleştirmiş ve yeniden yaratmıştır ki, anlatırken çok basit ve güzel benzetmeler ile fiziksel süreçleri okuyucuya içselleştirir. Bu bölüm sonunda okuyucu artık neden atomlardan yola çıkarak insanlığın bütün bilimsel birikiminin tekrar kurulabileceğini kavramıştır artık.
Feynman daha sonra “Temel fizik “ bölümünde çok kısa bir bilimsel metod ve bilim tarihi dersi verir. Okuyucu bilimsel metodun ne olduğunu ve fizikçilerin neler ile uğraştığını artık iyi kötü bilmektedir.
Üçüncü bölümde Feynman fiziğin neden en temel bilim dalı olduğunu açıklama çabasına girişir. Feynman’a göre bütün bilimlerin anası fiziktir ve fizik bütün bilimlerin mayasındadır. Açıkçası bu bölüm biraz da Feynman’ın şahsi manifestosudur. Feynman fiziğin temel postülatlarını kullanarak kimya, biyoloji, jeoloji ve hatta psikoloji’ye bile el atmaktadır. Ona göre her şeyin temelinde fizik vardır. Aslında Feynman’ın psikolojiyi bile fizikle açıklamaya çalışması biraz gariptir zira yazının en başında belirttiği üzere psikoloji bir bilim değildir. Aslında Feynman’a göre hiçbir “sosyal bilim” bilim değildir. (5)
Dördüncü ve beşinci bölümde Feynman bütün Newton fiziğini baştan sonra özetler. Enerjinin korunumundan başlar, Kepler yasalarına değinir, Newton’un evrensel çekim kanunlarına değinir, galaksileri açıklar ve son olarak göreliliğe kadar getirir okuyucusunu. Okuyucu için hızlandırılmış bir klasik fizik kursu gibidir bu bölüm ve ne kadar kısa gözükse de dikkatli okuyan bir okuyucu klasik fiziğin temel kavramlarına vakıf olabilir.
Bütün bunlardan sonra, şahsi kanaatimce, Feynman ustalığını altıncı ve son bölümde gösterir: Kuantum fiziği. Ne de olsa kuantum fiziğine en büyük katkıları yapmış ve kuantum elektrodinamiğine getirdiği yaklaşım ile Nobel ödülü kazanmış bir fizikçidir kendisi. Feynman okuyucusuna meşhur “girişim” deneylerini anlatarak başlar ve “Heisenberg Belirsizlik İlkesi”’ne kadar getirir kendine has anlatımı ile. Basılmış bir çok “kuantum fiziğine giriş” kitabını okumuş biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Feynman bir çok kitabın yapamadığını başarıp okuyucuya kuantum fiziğinin en temel düzeyini ve doğuşunu en basit ve akıcı şekilde aktarabilmiştir.
Feynman’ın türkçeye çevrilen bir çok kitabı var, sanırım bunlardan en meşhur olmuşu Tübitak yayınlarından çıkmış “Fizik Yasaları Üzerine”dir, bir diğeri de “Feynman’ın  Kayıp Dersi”’dir. Ancak bence Feynman ve kendisinin fiziğe olan yaklaşımını en iyi şekilde kavramak için okunması gereken ilk kitap “Altı Kolay Parça”dır. Bilimle hiç ilgilenmemiş herhangi biri bile bu kitabı okuduğunda hem bilimsel yöntemi hem de en temel düzeydeki fizik kuramlarını anlamış olur. Daha da ileri gitmek isteyenler için Feynman “altı -o kadar da kolay olmayan- parça”’yı yazmıştır.
Bu yazıda Feynman evrenine çok kısa bir giriş yapmaya çalıştık. Feynman’ın çok yönlü kişiliğine bir yazıda değinmek neredeyse imkansızdır. Misal, kendisinin Amerika’daki ders kitaplarına katkısı veya Challenger uzay mekiği faciasının sebebini bulabilmesi ve halka çok basit bir şekilde açıklayabilmesi gibi fizik dışı katkılarına değinemedik bile. Kendisinin kişiliğinin en büyük parçalarından biri olan dalgacılığına ve bu kişiliğinin oluşmasına katkıda bulunmuş 3 kadına (annesi, ilk ve ikinci eşleri) değinmemiş olmamız da büyük eksikliktir Feynman’ı anlatırken. Bunları gelecek yazılarımızda telafi etmeye çalışacağız
Notlar:
(1) Büyük Fizikçiler, Oğlak yayınları, S444
(2) Feynman hayatı boyunca Tuva özerk bölgesini ziyaret etmeye çalıştı ancak başaramadı. Yaşadığı dönemde bir amerikalının Rusya’daki bir özerk bölgeye gitmesi hayal gibiydi. Ölümünden çok az önce, kendisinin dalgacılığına uygun olarak, kendisine izin çıktı. Meraklılarına konu ile ilgili “Tuva or Bust!” adlı kitap önerilir, kitapta Feynman2ın tuva2ya gitme macersı detaylıca anlatılır.
(3) İlgili yazıyı  “What do you care what other people think” adlı kitapta okuyabilirsiniz.
(4) Kitabın orijinali “Six Easy pieces” olarak Penguin yayınlarından çıkmıştır
(5) Konu ile ilgili olarak kendisinin youtube’daki şu videosunu meraklılarına öneririm:



Alıntı : http://www.acikbilim.com/2011/11/incelemeler/eminim-kolaylastirmissinizdir-bay-feynman.html

25 Haziran 2014 Çarşamba

Üç Bilimi Bir Ömre Sığdırdı: Seymour Benzer (1921-2007)




Seymour Benzer, ömrünün son gününe kadar çok değişik alanlarda araştırma yaptı. Fizik alanındaki çalışmaları transistörün geliştirilmesine öncülük etti, sonra gen kavramının maddi olarak tanımlayan ilk insan oldu. Daha da sonra davranış bilimlerine biyolojik bir zemin geliştirdi, genlerin davranışlar üzerindeki derin etkilerini keşfetti. Bu esnada yetiştirdiği sayısız öğrenci, mirasını devralıp etkisini hissettirmeye devam ediyor.

Prof. Dr. Seymour Benzer (1921-2007) bir sirke sineği (Drosophila melanogaster) modeli ile
Eski çağların bilginleri, bugünkü fizik, kimya, matematik ve felsefe gibi tek bir alanda değil, bunların birkaçında bilgi sahibi olur ve ürün verirlerdi. Zamanla her bir dalın bilgi yükü arttı, bilim insanları giderek daha dar alanlara derinlemesine odaklanır oldu. Günümüzde ancak istisnai isimler birden fazla alanda özgün çalışma yapabiliyor.
Bunlardan birini dört yıl önce kasım ayında kaybetmiştik. Seymour Benzer, 86 yaşındaki ölümüne kadar sürdürdüğü araştırma hayatını bizzat üç döneme ayırmıştı: İlk dönemde fizik, ikinci dönemde moleküler genetik, ve son dönemde ise davranış genetiğine odaklanmıştı. Bu üç alanda da son derece önemli araştırmalar yapmış, hattâ aslında davranış genetiği alanını bizzat kurmuştu.
Araştırma hayatı erken de başlamıştı: 13 yaşındayken ailesinin hediye ettiği mikroskopla eline geçen birçok canlıyı inceleyen Benzer, üniversitede fizik okumaya karar verdi. Doktora için ise Indiana eyaletindeki Purdue Üniversitesi’ne gitti.
Birinci dönem: Yarı-iletkenlerin fiziği
Benzer, doktorası için gizli bir askeri proje üzerinde çalıştı: Radarların geliştirilebilmesi için germanyumun yarı-iletken özelliklerinin geliştirilmesi gerekiyordu. Benzer bunu germanyuma eser miktarda kalay ekleyerek başardı. Doktorasrını 1947′de bitirdi.
Savaş sonrasında bu alaşım transistörlerin gelişmesinde kullanıldı. Bunu yapan Bell Laboratuvarları ekibi 1956 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü kutlamaya Benzer’i davet ederek hakkını teslim ettiler.
İkinci dönem: Genlerin kimyası
Bu esnada Benzer ilgisini çoktan yaşamın temel kimyasına çevirmişti, fizikçi Erwin Schrödinger’in Yaşam Nedir? kitabını okuyan birçok diğer fizikçi gibi. O sıralarda DNA’nın canlılarda kalıtımı sağlayan madde olduğu kanıtlanmış, DNA molekülünün yapısı —yine iki fizikçi, Watson ve Crick tarafından— çözülmüştü.
Peki ama canlılarda kalıtımı sağlayan gen kavramı bu tabloda nereye sığıyordu? Bu gen denen şey, gerçekten de tahmin edildiği gibi DNA dizisi üzerinde doğrusal olarak mı bulunuyordu? Ayrıca bir gen her zaman bölünmez bir birim olarak mı hareket ediyordu, yoksa ortasından bölünmesi mümkün müydü? Bunlar cevabını herkesin merak ettiği sorulardı ve genç Seymour Benzer bunu nasıl çözeceğini kestirmişti:
O dönemde laboratuvarlarda çok kullanılan bir virüsten (bakteriyofaj) deneylerinde istifade etmeye karar verdi. Virüsler hücre dışında yaşayamadığından onları yaşatmak için bakteri kullanmak zorundaydı. Aynı bakteriye, aynı virüsün genetik yapısı değiştirilmiş iki ayrı çeşidini bulaştırdığında, değişinim geçirmiş genler farklıysa bu virüslerin genleri arasında değişim olabilir ve yine de virüsler bakteride üreyebilirdi. Ama bu iki ayrı virüsün de aynı geni bozuksa, birleştiklerinde de aynı genin iki nüshası da bozuk olacağından bu virüsler üreyemeyeceklerdi. Virüslerin üreyip üreyemediği, oluşturdukları plâklardan kolayca anlaşılıyordu.
Benzer, birçok virüsü bakteriler üzerinde ikişer ikişer denedi, bu sonuçları ihtimal hesaplarıyla birleştirerek genin haritasını çıkardı. Buna göre bakterideki değişinimlerin birimi genler değil, genleri ortaya çıkaran nükleotit denen yapılardı.
Yani genler doğrusal olarak uzanan yapılardı ve bölünemez değildiler. Genetik süreçler genleri içlerinden değişime uğratabilir, bir kısmını silebilir veya taşıyabilirdi. Benzer, genç yaşında moleküler genetiğin en önemli sorularından birini çözmüştü ve bu alanda gelecek vaat ediyordu.
Ama Benzer’e göre bu alanda başka önemli soru yoktu ve ilgisi yine başka alanlara kayıyordu… Yanılıyor olduğunu, yıllar sonra bu alanda yapılan keşifleri gördükten sonra kabul edecekti.
Üçüncü dönem: Genlerin davranışlara etkisi
Bu esnada Benzer’in bilimsel ilgisini değiştiren başka bir şey olmuştu: İkinci kızı doğmuş ve ilk kızından daha değişik bir kişiliğe sahip olarak gelişiyordu. Herkese gayet olağan gelebilecek bu durum, Benzer’in çok ilgisini çekiyordu: Aynı ebeveynden, aşağı yukarı aynı çevreye doğmuş, aynı cinsiyete sahip iki birey, nasıl olup bu kadar değişik davranış gösterebilirdi?
Merakını yenemeyip davranışın temelini incelemeye karar verdi. Bireyler arasındaki küçük kalıtımsal farkların davranışlar açısından belirleyici olduğunu düşünüyordu, ama bunu nasıl araştıracaktı? Hâliyle kendi kızı ya da başka insanlar üzerinde deney yapamazdı. Hayvanlar üzerinde deney yapacaksa, kısa sürede birçok genin değişimini inceleyebileceği bir hayvan bulup onunla çalışması lâzımdı. Hayvanların genlerinde değişinim meydana getirecek, sonra bu hayvanların davranışlarını inceleyecek, garip, değişik davranış sergileyen hayvanların hangi genlerinin değişmiş olduğunu bulacaktı.
Sıçanlarda bu deneylerin biri bile haftalar alıyordu. Binlerce geni bu şekilde incelemek mümkün değildi.
Deneylerini sirke sineği (Drosophila melanogaster) üzerinde yapmaya karar verdi. Hani mutfağınızda çürüyen meyvelere dadanan küçük sinekler… Bu hayvan yirminci asrın başından beri kalıtım deneylerinde zaten başarıyla kullanılıyordu. Bunlarla genetik deneyleri hızla yapabilir, her bir davranıştan sorumlu genleri bulabilir, sonra değişinik hayvanların beyinlerini inceleyerek davranışların biyolojik kökenine inebilirdi. Ama eski çalışma arkadaşları bile bu fikre dudak büktü, hattâ annesi karısına “Seymour sineklerin beynini incelemeye karar verdiyse biz de onun beynini incelemeliyiz herhalde” demişti.
Ama bu strateji son derece başarılı oldu: Öğrencileriyle birlikte Benzer, değişik genleri değişmiş sinekleri dâhiyane taramalardan geçirerek, görmekten, hareketten, baskıya tahammülden, cinsel davranışlardan sorumlu birçok gen tanımladı. Meselâ bazı sinekler ışığa yönelmiyorlardı. Bunların bazılarının gözlerindeki arıza yüzünden ışığı algılayamadığı, bazılarının ise beyinlerindeki değişikliğe bağlı olarak algıladıkları ışığa farklı tepki verdikleri ortaya çıktı.
Diğer bir öğrencisi Ron Konopka ise sineklerin biyolojik saatine odaklanmıştı. Biz nasıl günün belli saatlerinde uyanmaya, yemek yemeye, çalışmaya, uyumaya alışmışsak, sineklerin de günlük bir ritmi var. Meselâ başkalaşımlarının sonuna gelen sinekler, kozalarında sabah saatlerinde çıkarlar. Konopka üç sinek grubunun bu saatinin şaştığını gördü. Üçünde de aynı gende değişinim vardı! Bu gene period adını verdiler. Bu sineklerin bazılarının biyolojik günü uzamış, bazılarınınki kısalmış, bazılarınınki ise tümden bozulmuştu.
Benzer için bu sonuçlar gayet ilginçti, zira kendi de ancak öğleye doğru uyanan ve sabahın dördüne kadar çalışan bir tipti. Ama bu gen keşiflerinin ucu insanlara dayandı, zira aynı genlerin memelilerde de bulunduğu kanıtlandı, sonra bu genlerinde değişiklik olan insanların uyku saatlerinin farklı olduğu da anlaşıldı. Bu period geni yaklaşık 600 milyon yıllık evrim boyunca korunmuş gibiydi.
Yani sineklerdeki davranışlardan sorumlu genler, bizim davranışlarımıza neden olan genler hakkında çok ipucu veriyor. Bunu Seymour Benzer dışında kimse kestirememişti. Onun yaptığı araştırmalar bugün memelilerdeki başka araştırmalara ilham kaynağı oldu: Meselâ, aynı biyolojik türün mensupları olup genleri birbirine çok benzeyen ama hepsi çok farklı huylara sahip olan değişik köpek çeşitlerinin genleri birbirleriyle mukayese edilerek memeli hayvanların davranışlarının kalıtımsal temeli anlaşılmaya çalışılıyor.
Kaynaklar





Alıntı : http://www.acikbilim.com/2011/11/dosyalar/uc-bilimi-bir-omre-sigdirdi-seymour-benzer-1921-2007.html

24 Haziran 2014 Salı

Musa Peygamberin Kıssası, Sargon'un Doğum Efsanesi'nden Çalıntı mı?

Bu yazıda, Musa peygamberin kıssasıyla ilgili olarak din düşmanı çevrelerce zaman zaman gündeme getirilen bir iddia ele alınacaktır.

Bu iddiaya göre, Musa peygamberin kıssası ve "Sargon'un Doğum Efsanesi (Birth Legend of Sargon)" arasında önemli benzerlikler vardır ve Sargon'un, Musa peygamberin yaşadığı iddia edilen dönemden çok daha önceki bir dönemde yaşamış olması, kutsal kitaplardaki anlatımların söz konusu efsaneden "çalındığını” göstermektedir.

Öncelikle, bir kavram karmaşasına mani olmak için şunu ifade edelim: Burada mevzubahis olan Sargon, Akad kralı Sargon'dur ve ondan çok daha sonra yaşamış olan Sargon ismindeki iki Asur kralı ile karıştırılmamalıdır.

Akad kralları ve hüküm sürdükleri tarihler şu şekildedir (1):
  • Sargon: M.Ö. 2334-2279
  • Rimush: M.Ö. 2278-2270
  • Manishtushu: M.Ö. 2269-2255
  • Naram-Sin: M.Ö. 2254-2218
  • Sharkalisharri: M.Ö. 2217-2193
Buna göre, Sargon'un Musa peygamberden önce yaşamış olması kuvvetle muhtemeldir!

Sargon’un doğumunu anlatan metin kısaca şu şekildedir (2):

“Sargon, the mighty king, king of Agade, am I… My mother, the high-priestess, conceived me, in secret she bore me. She set me in a basket of rushes, with bitumen she sealed my lid. She cast me into the river which rose not (over) me. The river bore me up and carried me to Akki…”

Çevirisi: “Sargon, güçlü kral, Agade’nin kralı, benim! Annem (yüksek-rahibedir) bana gebe kaldı, gizlice beni doğurdu. Beni kamıştan bir sepetin içine koydu. Ziftle kapağımı kapladı. Üzerime yükselmeyen nehire beni attı. Nehir bana yardım etti ve beni Akki’ye taşıdı.”

Buna göre, Musa peygamberin kıssası ile Sargon’un Doğum Efsanesi’nin önemli benzerlikler taşıdığı görülmektedir!

Şimdi gelelim, başlangıçta bahsettiğimiz iddianın çöküşüne sebep olacak gerçeklere!..

Evet, Sargon belki Musa peygamberden önce yaşamış olabilir; ancak onun doğumunu anlatan yukarıdaki efsane, Musa peygamberden çok daha sonra, Neo-Asur ve Neo-Babil dönemlerinde (M.Ö. 709-539) yazılmıştır (3).

Buna göre, Sargon'un doğumunu ve nehre bırakılmasını anlatan efsane, onun ölümünden yaklaşık 1500 yıl sonra yazılmıştır!


SONUÇ: Sonuç olarak, Sargon, Musa peygamberden daha önce yaşamış olsa bile, onun doğumunun ardından nehre bırakılmasını anlatan efsanenin, Musa peygamberden çok daha sonraki bir döneme ait olduğu görülmektedir ve bu durum, "kutsal kitaplardaki anlatımların bahsi geçen efsaneden çalındığı" şeklindeki meşhur iddiayı geçersiz kılmaktadır!



Kaynaklar:
(1) Brown Üniversitesi, Joukowsky Arkeoloji ve Eski Dünya Enstitüsü. http://proteus.brown.edu/mesopotamianarchaeology/1008
(2) Drews R. Sargon, Cyrus and Mesopotamian Folk History. J Near Eastern Stud, 33 (1974) 387-93.
(3) Konstan D, Raaflaub KA. Epic and History. Wiley-Blackwell, (2009), 27. http://books.google.com.tr/books?id=AnXbhhN_kpIC&printsec=frontcover&source=gbs_v2_summary_r&cad=0#v=onepage&q=&f=false




Alıntı : http://www.hakkadavet.net/sargon.htm

İsa Peygamberin Doğum Kıssası, Horus Efsanesi'nden Çalıntı mı?





İsa peygamberin gerçekte yaşamadığı ve hakkında anlatılanların eski efsanelerden çalındığı şeklinde bir iddia vardır. İddia sahiplerinin kullandığı argümanlardan bir kısmı, Kuran'ın yer vermediği hususlarla ilgili olduğundan, makalemizin konusu dışında bırakılmıştır. Mesela, İsa peygamberin (sözde) yeniden dirilişi, havarilerin sayısı, 25 Aralık tarihi gibi.

Bizi ilgilendiren esas kısım, İsa peygamberin bakire bir kadından dünyaya gelişidir. İddiaya göre, Horus Efsanesi'nde de benzer bir olay anlatılmaktadır ve bu öykü, İsa peygamberin doğum kıssasına ilham kaynağı olmuştur.

Horus'un Annesi İsis, "Bakire" miydi?

Horus Efsanesi, ana hatlarıyla şöyledir (1):


Geb ve Nut'tan 4 çocuk dünyaya gelmiştir: Osiris, İsis, Set ve Nepthys.

Osiris içlerinde en büyük olanıydı. Bu nedenle, Mısır kralı oldu. Kız kardeşi İsis ile evlendi.

Kardeşi Set, Osiris'i kıskanıyordu ve bir gün onu öldürdü ve parçalara ayırdı. Bu sayede, onun yerine Mısır kralı oldu. Kız kardeşi Nepthys ile evlendi.

İsis ise ülkeyi gezip, kocasının vücudunun parçalarını buldu ve onları tekrar bir araya getirip, ondan bir çocuk sahibi oldu. İşte bu çocuk, Horus'tur!



SONUÇ: Açıkça görüldüğü gibi, Horus'un annesi "bakire" filan değildir; efsanede anlatılanlarla İsa peygamberin doğumu arasında herhangi bir ilişki yoktur!


Yararlanılan Kaynaklar:

(1) Teksas Üniversitesi, Orta Doğu Araştırmaları Merkezi. http://menic.utexas.edu/cairo/teachers/osiris.pdf




Alıntı : http://www.hakkadavet.net/horus.htm

İnsan Gözü Kusurlu mudur?

İnsan gözünün retinasındaki fotoreseptör hücreler, ışığın geldiği tarafa değil, epitel tabakaya doğru yönelmişlerdir. Bu sebeple ışığın, ancak belli bir hücresel tabakayı geçtikten sonra fotoreseptör hücrelere ulaşabildiği ve bunun da görme kalitesini bozduğu ifade edilmektedir. Ayrıca fotoreseptör hücrelerin arkasında kalan sinirsel uzantılar, gözü terk ederken bir "kör nokta" da oluşturmak zorunda kalırlar. Bazı insanlar, bu özelliği bir "kusur" olarak nitelemekte ve daha iyi bir görüşe sahip olunabilmesi için, gözlerdeki fotoreseptör hücrelerin doğrudan ışığın geldiği tarafta yer alması gerektiğini ifade etmektedirler. Buna örnek olarak da, ahtapotların gözlerini göstermektedirler.

Öncelikle şunu söyleyelim ki, "kusursuz" bir örnekmiş gibi öne sürülen ahtapotların gözlerinin görme keskinliği, bir insanınkinden 30 kat daha zayıftır (1).

Hayvanlar, sahip oldukları ışığa duyarlı hücre tipi açısından iki grupta incelenebilirler. İnsanların da dahil olduğu vertebralılar, siliyer tipte reseptörlere sahipken; ahtapotlardaki (ve diğer kafadanbacaklılardaki) reseptörler, tıpkı böceklerdeki gibi, rabdomerik tiptedir. Bu iki grup reseptörü, hangisinin daha üstün olduğu şeklinde karşılaştırmak, doğru olmaz. Her canlının, içinde bulunduğu şartlar itibarıyla, ihtiyaçları da değişir. Söz gelimi bir sineğin, bir insan kadar keskin görmesi gerekmez; fakat sinekler, bir insanınkinden çok daha hafif ve küçük gözlere ihtiyaç duyar.

Net göremiyor muyuz?

Işığın herhangi bir engelle karşılaşmadan, doğrudan fotoreseptör hücrelerle buluşması, görme kalitesi açısından daha iyidir. Evet, bu doğrudur! Ancak zaten, bütün görme alanı içerisinde dikkatle baktığımız, net görmek istediğimiz kısım için bu gerçekleştirilmektedir de... Retinada fovea dediğimiz bölgede, bütün diğer tabakalar yanlara çekilmiş ve ışığın direkt olarak fotoreseptör hücrelere ulaşması sağlanmıştır.



Aşağıda, bir gül ve bir araba resmi görülmektedir. Her iki obje de görme alanınız içerisinde olmasına rağmen, sadece o an için dikkat ettiğiniz objeyi net görebilirsiniz. Bu, gürültülü bir ortamda muhatabınızı duymaya çalışmanız gibidir. Resimde, arabaya dikkatli baktığınızda, görme alanınızda yer almasına karşın, gülü net göremezsiniz. Gülü net görmek istediğinizde ise, arabanın görüntüsü keskinliğini kaybeder. İşte bunun sebebi, net görüşün fovea bölgesinde gerçekleştiriliyor olmasıdır ki burada ışık, doğrudan reseptör hücrelere ulaşmaktadır.



Kısacası, ışığın fotoreseptör hücrelere ulaşmak için bazı tabakaları geçmek zorunda kalışı, bütün alan içerisinde asıl görmek istediğimiz nesnelerden yansıyan ışınların odaklandığı fovea bölgesi için geçerli değildir. Dolayısıyla, "Retinamız ters olduğundan dolayı net göremiyoruz." tezi, son derece hatalıdır. Doğrusu, net görmek istediğimiz şeyler açısından, retinanın ters olmasının herhangi bir olumsuz etkisi olmaz ve bu nedenle, arabaya odaklandığımızda arabayı, güle odaklandığımızda da gülü, net bir şekilde görebiliriz!

Fovea bölgesi dışında kalan alanlarda ışık, fotoreseptör hücrelere ulaşmadan önce belli tabakaları geçmek durumundadır. Bu bölgelerde görme kalitesinin daha az olacağı açıktır. Fakat bu bölgeleri kullanarak elde edilecek görüntüler, zaten görme alanımızda dikkate almadığımız kısımlarla ilgili olacağından, bunu bir "kusur" olarak değerlendirmek doğru olmaz. Örneğimize dönecek olursak, hiç kimse resimdeki gülü incelerken, alt tarafta kalan arabayı net görememekten şikayetçi olmaz!

Aslında, ışığın belli tabakaları geçmesi sırasında görüntüde ortaya çıkması beklenen bozulma ile gerçekte ortaya çıkan bozulma arasında önemli bir fark vardır. Bu farkın sebebi, Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi'nin yayın organı olan, dünyaca ünlü PNAS dergisinde -A grubu bir dergidir- yayımlanan bir çalışmayla, yakın bir tarihte açıklığa kavuşturulmuştur (2). Buna göre, omurgalı retinalarında bulunan Müller hücreleri, çevre dokudan daha yüksek bir kırıcılık indisi göstererek, tıpkı bir fiber optik kabloda olduğu gibi, ışığın retina yüzeyinden fotoreseptör hücrelere geçişine aracılık etmektedir.



İnsanoğlunun ancak son 50 yıl içerisinde geliştirebildiği fiber optik teknolojinin, canlı bedenlerinde de kullanıldığının keşfedilişi, gerçekten son derece dikkat çekicidir!

Retinamız niçin ters?

Acaba, insan gözlerindeki fotoreseptör hücreler, bazı insanların iddia ettikleri gibi, epitel hücreleri yerine, ışığa doğru yönelmiş olsalardı, ne olurdu; böylesi bir durumda daha iyi bir görüş kazanacağımız faraziyesi doğru mudur?

Bu sorunun basit ve net bir cevabı vardır: Hayır!

Fotoreseptör hücreler olan rod ve konilerin, pigment epiteline doğru yönelmiş olmalarının -ki pigment epitelinin de altında zengin damarsal yapıları ihtiva eden koroid tabakası bulunur-, yapılan çalışmalar ve gözlemler sonucunda, aslında hayati bir düzenleme olduğu anlaşılmıştır. Bunun en bariz örneği "retina dekolmanı" dediğimiz, reseptör hücrelerin alttaki tabakadan ayrılması durumudur ki tedavi edilmediği takdirde "körlük"le sonuçlanmaktadır.

Retinanın pigment epiteli, insanlarda ışığın göz içinde yansımasını ve görüntü kalitesini bozmasını önleyen bir yapıdır. Fakat o asıl hayati katkıyı, reseptör hücrelerinin dış segmentlerinin yenilenmesi için sürekli fagositoz, transport ve sekresyon faaliyetleri içerisinde bulunarak yapar. Pigment epitelinin fonksiyon bozukluğuyla ilişkilendirilen pek çok hastalık tanımlanmıştır.

SONUÇ:

Sonuç olarak, şunları söyleyebiliriz:
  • İnsanlardaki ters retina sistemi -fovea bölgesinde, ışıkla reseptör hücrelerin doğrudan teması sağlandığından dolayı- net görmek istediğimiz nesnelerin görüntüsünde bir bozulmaya yol açmaz ve bu nedenle "Retinamız ters olduğu için, net göremiyoruz" tezi hatalıdır.


  • Reseptör hücrelerin koroid ve pigment epiteliyle ilişkisinin kesilmesi, körlükle eş anlamlı bir durumdur. Bu nedenle, bazı insanların iddia ettikleri gibi, insan gözlerindeki fotoreseptör hücrelerin şimdikinin tam tersi istikamette yerleşmeleri halinde, daha iyi bir görüş kazanacağımız faraziyesi, bilimsel açıdan kesinlikle doğru değildir.
Kaynaklar:
(1) http://www.its.caltech.edu/~brokawc/Bi11/cephalopods.html
(2) Franze K, Grosche J, Skatchkov SN, Schinkinger S, Foja C, Schild D, Uckermann O, Travis K, Reichenbach A, Guck J. Muller cells are living optical fibers in the vertebrate retina. Proc Natl Acad Sci U S A. 2007 May 15;104(20):8287-92.
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~



Alıntı : http://www.hakkadavet.net/goz.htm