27 Temmuz 2015 Pazartesi

Beynimizin sadece yüzde 10’unu mu kullanıyoruz?




Beyinle ilgili birçok yanlış inanış var. Bunlardan biri de beynimizin sadece yüzde 10’unu kullandığımıza dair algıdır.
Herkesin hoşuna gider buna inanmak. Çünkü geri kalan yüzde 90’ı da kullanmayı öğrendiğimizde daha zeki, başarılı ve yaratıcı olabileceğimiz umudunu barındırır. Ama ne yazık ki doğru değildir.
Her şeyden önce neyin yüzde 10’u sorusunu sormak gerekir. Eğer söz konusu olan beyin bölgelerinin yüzde 10’u ise bu tez çok çabuk çürütülebilir. Nörologlar manyetik rezonans görüntüleme ya da MRI denen teknikle, insan bir şey düşünürken ya da yaparken beynin hangi bölümlerinin harekete geçtiğini gözleyebiliyor.
Yumruğumuzu sıkıp gevşetmek gibi basit bir hareket ya da birkaç kelime söylemek bile beynin yüzde 10’undan daha büyük bir bölümünün harekete geçmesini gerektiriyor. Hiçbir şey yapmadığımızı sandığımız anda bile beynimiz oldukça meşguldür; nefes alma ve kalp atışı gibi fonksiyonları kontrol ediyor ya da yapılacak işler listesini hafızaya alıyordur.

Kaynağı ne?

Yüzde 10 oranı beyin hücrelerinin sayısını ifade ediyorsa bu inanış yine doğru değildir. Sinir hücreleri işlevsiz kaldığında ya bozulup ölür ya da yakındaki diğer bölgelerin istilasına uğrar. Yani beyin hücreleri boş boş öylece durmaz. Değerli hücrelerdir bunlar. Kaynak tüketimi bakımından beynimiz büyük bir tüketicidir. Soluduğumuz oksijenin yüzde 20’si beyin dokusunu canlı tutmak için kullanılır.
Doğada bazı ilginç tasarımların olduğu bir gerçektir; fakat ihtiyacımız olandan 10 kat daha büyük bir beyin evrim açısından da mantıklı değildir.
Peki biyolojik ve psikolojik temeli olmayan böyle bir fikir nasıl olur da böylesine yaygınlık kazanır? Bu inancın kaynağını bulmak zor. Fakat Amerikalı fizyolog ve filozof William James 1908’deki bir eserinde (The Energies of Men) “zihinsel ve fiziksel kaynaklarımızın çok küçük bir kısmını kullanıyoruz,” gibi bir laf etmiştir. Fakat ne beyinden ne de bir orandan söz etmiş, sadece insanın daha çok şeyi başaracağına dair iyimserliğini ifade etmiştir.
Yüzde 10 oranı, Dale Carnegie’nin 1936 tarihli ‘Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı’ adlı kitabının önsözünde geçiyor. Bazıları ise bu rakamın Albert Einstein’a ait olduğunu söylüyor; fakat bugüne kadar böyle bir alıntıya rastlanmamıştır.

Adapte olma özelliği

Bu yanlış anlamaya kaynaklık edebilecek iki şey daha var. Beyindeki hücrelerin yüzde 90’ı gliyal hücreler adı verilen destek hücreleridir. Bunlar beynin beyaz kısmını oluşturur ve geri kalan yüzde 10 oranındaki nöronlara, yani asıl düşünme işini gerçekleştiren gri kısma fiziksel ve besinsel olarak destek olur.
Bir de beyin taraması sonucu olağanüstü ilginç özellikleri ortaya çıkan hastalar var. 1980’de John Lorber adlı bir İngiliz çocuk doktoru Science dergisine yazdığı bir makalede, bazı hidrosefali (beyinde su toplaması) hastalarının yeterli beyin dokusu kalmadığı halde hala işlevsel olduklarından söz etmişti. Bu elbette sağlıklı olanların beyinlerini ekstra kullanma yeteneğine sahip oldukları anlamına gelmiyor; sadece olağanüstü durumlara adapte olmanın örnekleri olarak gösteriliyor.

Gelişme potansiyeli

Aklımıza koyduğumuzda yeni şeyler öğrenebileceğimiz ve bunun beynimizin yapısını değiştirdiğine dair veriler var. Fakat söz konusu olan beyinde yeni alanlar bulunması değildir. Beyinde sürekli olarak sinir hücreleri arasında yeni bağlantılar oluşur ya da artık ihtiyaç kalmayanlar ortadan kalkar.
İlginç olan şu ki, bu inanışın doğru olmadığı söylendiğinde insanlar büyük bir hayal kırıklığına uğruyor. Yüzde 10 oranı, içerdiği gelişme potansiyeli bakımından çok cazip geliyor olmalı. Ama ne yazık ki bu potansiyel beynin kullanılmayan bir kısmında ortaya çıkmayacak.


Alıntıdır: http://www.bbc.com/turkce/ozeldosyalar/2015/02/150217_vert_fut_beynin_yuzde_10u

1 Mayıs 2015 Cuma

Nötron Yıldızı Nedir ?




Nötron yıldızları, süpernova patlamalarından arta kalan maddelerin kütleçekimi etkisiyle çökmesiyle meydana gelir. Bu yıldızlar neredeyse tamamen nötronlardan oluşsa da az miktarda proton ve elektron da içerir. Bu proton ve elektronlar olmadan nötron yıldızları uzun süre var olmaya devam edemezdi. Çünkü nötronlar serbest haldeyken kararsızdır ve beta ışıması yaparak kısa süre içinde proton ve elektronlara ayrışır. Ancak yıldızın içindeki yüksek basınç sebebiyle proton ve elektronların birleşerek nötronlara dönüşmesi, nötron yıldızlarının daha kararlı bir yapıya sahip olmasını sağlar.


Nötron yıldızlarının kütleleri Güneş’inkinin 1,44 ila 3 katı olabilir.Bugüne kadar gözlemlenmiş en büyük nötron yıldızının kütlesi ise Güneş’inkinin yaklaşık iki katıdır. Samanyolu içinde yaklaşık 2000 nötron yıldızı olduğu biliniyor. Güneş Sistemi’ne en yakın nötron yıldızları, yaklaşık 400 ışık yılı uzaklıktaki RX J1856.5-3754 ve yaklaşık 424 ışık yılı uzaklıktaki PSR J0108-1431’dir. Nötron yıldızlarının kütleleri çok büyük olmasına rağmen hacimleri çok küçüktür. Örneğin kütlesi Güneş’inkinin yaklaşık 1,5 katı olanbir nötron yıldızının çapı sadece 10 kilometre civarındadır. Bu durum nötron yıldızlarının yoğunluklarının çok yüksek olmasına neden olur. Öyle ki nötron yıldızlarının yoğunlukları Güneş’inkinin 2,6 x 1014 ila 4,1 x 1014 katıdır.

 Nötron yıldızlarının kütleçekimi etkisiyle daha fazla küçülmemelerinin nedeni, Pauli dışarlama ilkesidir. Bu ilke, fermiyon grubu iki parçacığın-örneğin protonlar, elektronlarve nötronlar- aynı konuma ve aynı kuantum durumuna sahip olamayacağını söyler. Bu yüzden kütlesi Güneş’inkinin üç katından az olan nötron yıldızlarının yoğunluğu atom çekirdeğindeki yoğunluklar düzeyine ulaştığı zaman çökme durur. Ancak kütlesi Güneş’inkinin beş katından fazla olan nötron yıldızları kararsızdır ve çökmeye devam ederler. Bu yıldızlar karadeliğe dönüşür. Bazı nötron yıldızlarının kendi etrafındaki dönme hızı çok büyüktür. Bu durumun nedeni -açısal momentumun korunumu yasası gereği- yıldızın hacmi azaldıkça kendi etrafındaki dönme hızının artmasıdır. Bilinen nötron yıldızları içinde kendi etrafında dönme hızı en yüksek olan PSR J1748- 2446ad’dir. Bu yıldız her saniye kendi etrafında yaklaşık 716 defa döner. Bazı nötron yıldızlarının radyo dalgaları ve X-ışınları yaydığı gözlemlenmiştir. Pulsar ya da atarca adı verilen bu yıldızlardan yayılan dalgalar periyodiktir. Bilinen nötron yıldızlarının yaklaşık %5’i ikili yıldız sistemlerinin üyeleridir. Bu sistemlerdeki nötron yıldızlarının eşleri normal yıldızlar, beyaz cüceler ya da başka nötron yıldızları olabilir. Genel görelilik kuramı, ikili yıldız sistemlerinin kütleçekimsel dalgalar yayacağını ve zaman içinde yıldızlar arasındaki mesafenin azalacağını söyler. Kütleçekimsel dalgaların varlığı ile ilgili ilk kanıt, nötron yıldızı içeren bir ikili yıldız sisteminin gözlemlenmesi ve yıldızlar arasındaki mesafenin genel görelilik kuramının tahminleriyle uyumlu bir biçimde değiştiğinin bulunmasıyla elde edildi.



Alıntı: Bilim ve Teknik Dergisi Resmi Facebook Sayfası

1 Nisan 2015 Çarşamba

Bağırsak Bakterilerinizi Nasıl Bilirdiniz?

Bağırsak bakterilerinizi nasıl bilirdiniz?
Yaşam, bütün çeşitliliği ve karmaşıklığı ile akıl almaz bir bütün. Biz de bu bütünün nadide parçalarından bir tanesiyiz. Aklımızı ileri düzeylerde kullanma yeteneğimizle, kendimizi ve etrafımızdaki sistemi anlama konusunda canla başla çalışıyoruz. Fakat bu sistem o kadar yüksek düzeyde karmaşık bir ilişkiler ağına dayanıyor ki, her geçen gün anladığımız yeni ipuçları ile bakış açımızı sürekli daha da genişletmek zorunda kalıyoruz.
Beslenme ve beynimizin ilişkisi çoğumuz için oldukça aşikardır: Doğru ve dengeli beslenirsek, bedenimizin bütün organları gibi beynimiz de bundan elbette olumlu yönde fayda görecektir. Fakat beslenme, aslında sadece vücuda alınan besin maddelerinden ibaret değil. Besinlerle birlikte, bu dünyayı paylaştığımız bir çok canlının ürünlerini; hatta bizzat kendilerini de vücudumuza alıp, onlardan çok çeşitli şekillerde faydalanıyoruz.
Bakteri yahut mikrop deyince, aklımıza genelde hastalık yapan, mini minnacık “düşman”lar gelir. Halbuki genel olarak mikroorganizma dediğimiz bu canlılar, bütün çeşitlilikleri ile dünyadaki yaşamın sürmesini sağlayan en önemli unsurlardan bir tanesidir. İnsan bedeninde, insanın kendi hücrelerinin 10 katından fazla sayıda bakteri bulunur. Tabii ki bakteri hücreleri çok küçük olduğundan çok fazla yer kaplamazlar; örneğin bedendeki bakterilerin hepsini bir kaba toplasak, yaklaşık 2 litre kadar bir hacim kaplarlardı. Fakat adına “ben” dediğimiz bedenimizin önemli bir kısmını da bu canlılar oluşturur.
Bağırsak-beyinBakteriler tarafından “işgal” edilmeye doğumdan itibaren başlarız ve en fazla bakteriyi annelerimizden, deri ve süt yoluyla alırız. Yaşam boyu yediğimiz-içtiğimiz her şeyde yüzlere farklı tip bakteriyi de bedenimize almak durumundayız. Hal böyle olunca, tipik bir erişkin insanın bağırsaklarında ortalama 500 farklı tür bakteri yaşar. Sadece tesadüfen orada da değildirler; zira onlar olmadan, yaşamımızı sürdürmemiz mümkün olmazdı. Besinlerin bağırsaklarımızdan emilimi, çeşitli salgılar aracılığıyla beslenmemize verdikleri destek ve bağışıklık sistemimizi sürekli zinde tutmaları, saymakla bitmeyecek faydalarından sadece bir kaçı…
Son zamanlarda, bu yakın dostlarımız hakkında bilgilerimiz de hızla artıyor. Özellikle beynimiz ve zihnimiz üzerine olan etkilerini anlamanın henüz başlangıcında olduğumuzu söyleyebiliriz. Yapılan çalışmalar, bakteri ve mikroorganizmaların sadece beslenmeyle değil, ruh sağlığı ile de doğrudan ilişkili olabileceğine dair kanıtlar sunmaya devam ediyor.
Bağırsaklarımızdaki bakteri topluluğunun beynimizin kimyasına etki ettiğini uzun zamandır biliyorduk. Beynin işlev görmesi için çok önemli olan BDNF (beyin kaynaklı sinir gelişim faktörü), NMDA-R (beyinde uyarıcı bir reseptör tipi) gibi maddelerin miktarları, bağırsak bakterilerinden mahrum kemirgenlerde hızla azalmakta ve bu bakteriler uygun besinlerle tekrar yerine konduğunda, eksik maddeler de hızla yeniden üretilmektedir. Bu doğrudan bağlantı, zihinsel işlevlerimizle bakteri dostlarımız arasındaki önemli bağlantılardan birisidir.
Oxford Üniversitesi’nde yapılan yakın tarihli bir araştırmada, prebiyotik besinlerle beslenen deneklerin stres ve depresyona yatkınlığının azaldığı gösterildi. Prebiyotik besinlerle beslenen gruptaki deneklerin kontrol grubuna göre olumsuz uyaranlara ilgilerinin azalması ve bedenlerindeki stres hormonlarının miktarında görülen belirgin azalma, kaygı bozukluğu yaşama risklerinin düştüğüne dair ciddi göstergelerdir. Daha önce yapılan bir başka çalışmada da yine kadın deneklere dört hafta probiyotik gıda rejimi uygulanmasının, beyindeki duygusal devrelerde olumlu etkilere yol açtığı gösterilmişti. Dolayısıyla, bakterilerimizin bedenimizdeki faaliyetleri, sadece beslenmemizi değil, zihnimizin çalışmasını da doğrudan etkileyen bir özelliğe sahip.
Prebiyotik besinlerin en iyi bilineni, tamamen bakteri faaliyetleri ile üretilen ve adeta bir bakteri çorbası olan, o çok iyi bildiğimiz yoğurttur. Dolabınızda masum bir şekilde duran bu harika gıda, aslında sizi gerginlikten ve endişeden kurtaracak önemli bir katkı maddesi olabilir.
Özellikle, yukarıdaki çalışmaları yürüten ekiplerden bir tanesinin mensubu olan Dr. Tillisch, kendilerine başvuran hastaların büyük bir çoğunluğunun “bağırsaklarında yaşadıkları sorunlardan önce” herhangi bir gerginlik, endişe veya depresyon tecrübesi yaşamadıklarını; fakat ne zaman bağırsaklarda bir sorun başlasa, bir çok insanda, bunu zihinsel bazı sorunların takip ettiğini vurguluyor.
Bu açıdan bakınca, bedenimizdeki varlıklarından haberdar bile olmadığımız bakterilerin aslında bu karmaşık zincirin ne kadar önemli bir parçası olabileceği tekrar aklımıza geliyor. Özellikle bilinçsizce kullanılan antibiyotikler ve steril-rafine gıdalarla dolu bir diyetin bize nelere mal olabileceği hususunda da bir kez daha düşünmemiz için, bu ve benzeri bulgular ciddi bir uyarı niteliği taşıyor.
p01slt2d
Daha fazlasını merak edenler için:






Alıntıdır : http://www.nbeyin.com/bakteri/

18 Mart 2015 Çarşamba

Anal İlişki



Anal İlişkinin İslamiyetteki Hükmü


 Bakara suresinin 222. ve 223. ayetlerinin meali şu şekildedir: “Sana adet hakkında soru soruyorlar. De ki: << O, sıkıntı verici bir durumdur; bu nedenle adet döneminde kadınlardan çekilin ve onlara temiz oluncaya kadar yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman, Allah’ın size emrettiği yerden onlara varın. Gerçekten Allah, çok tevbe edenleri ve temizlenenleri sever. Kadınlarınız, sizin için bir tarladır. Öyleyse, dilediğiniz şekilde tarlanıza varın. Nefisleriniz için hazırlık yapın. Allah’tan korunun ve bilin ki, kesinlikle O’na kavuşacaksınız. >> İnananlara müjdele!”

     Bu ayetler, adet dönemi hakkında peygamberimize soru yönelten müslüman erkeklere bir cevap vermekte ve adet döneminde cinsel ilişkiden uzak durulmasını istemektedir. Aynı zamanda, bu ayetlerle anal ilişkinin (livata) de yasaklandığı ifade edilmiştir. Çünkü ayette geçen “Allah’ın emrettiği yer” ifadesi, vajinal yol (döl yolu) olarak anlaşılmıştır! Nitekim, bir sonraki ayette, “Kadınlarınız, sizin için bir tarladır. Öyleyse, dilediğiniz şekilde tarlanıza varın.” buyurulmaktadır. İnsanoğlunun tarlası, kadının rahmidir; bu tarlaya varmanın yolu da vajinadır! Ayrıca, Rabbimiz vajinayı, meninin boşalıp rahme doğru ilerleyeceği bir durak olarak; rektum ve anal kanalı ise, dışkının atılmadan hemen önce geçeceği bir güzergah olarak yaratmıştır. Bu organların sahip olduğu bütün anatomik, histolojik ve biyokimyasal özellikler de, söz konusu vazifelerine uygun şekilde ayarlanmıştır. Dolayısıyla, Allah’ın cinsel ilişkide kullanılmasını emrettiği yolun, bu amaçla yaratmış olduğu vajinal yol olarak anlaşılması uygundur! Öyleyse, ayette geçen “Dilediğiniz şekilde tarlanıza varın.” ifadesi de, anal ilişki gibi birtakım mutat olmayan cinsi münasebetlere değil; vajinal ilişkinin farklı pozisyonlarda kurulmasına cevaz vermektedir.

Yukarıdaki ayetlerin iniş sebepleri hakkında aktarılan rivayetlere baktığımızda, bu ayetlerin başlıca iki yanlış uygulamayı düzeltmek gayesiyle indirildiği sonucunu çıkarabiliriz: Cahiliye döneminde Mekkeli bazı Arap kabilelerinde anal ilişki oldukça yaygındı. Bu kabilelere mensup olan kişiler, hicretten sonra Medineli kadınlarla evlenmişler ve onlarla anal ilişki kurmak istemişlerdi. Ancak, bu durum, bazı Medineli kadınları rahatsız etmiş ve meselesonunda peygamberimize kadar yansımıştı (1). İşte yukarıdaki ayetlerle, “Allah’ın size emrettiği yerden onlara varın!” buyurularak, eşleriyle anal ilişki kurmak isteyen bu sahabiler uyarılmıştır. Ayetin düzelttiği ikinci yanlış ise, Medineli Yahudilerin “kadın vajinasına arkadan yaklaşıldığı takdirde, doğacak çocuğun şaşı olacağı” şeklindeki batıl inançlarıydı (2). Gerçekten de, Yahudilere ait kutsal metinlere baktığımızda, erkeğin üstte kadının altta olduğu yüz yüze misyoner pozisyonunun, uygun cinsel ilişki pozisyonu olarak tavsiye edildiğini ve diğer pozisyonların (ayakta, oturur vaziyette, kadın erkeğin üzerinde vb.) zararlı olduğu gerekçesiyle kınandığını görmekteyiz (Talmud, Gittin, 70a). İşte Kuran’da, “Dilediğiniz şekilde tarlanıza varın!” buyurularak, Yahudilerin bu batıl inançları tashih edilmiş ve vajinal yolla olmak kaydıyla, farklı cinsel ilişki pozisyonlarına izin verilmiştir.


 Hadis literatüründe, anal ilişkinin haram olduğuna dair, peygamberimizden nakledilen pek çok değişik rivayet vardır (3).


Tıbbi Açıdan Anal İlişki 


Yapılan araştırmalara göre, tüm dünyada anal ilişki prevalansı giderek artmaktadır. Bu artışta, anal ilişkiyi seksin doğal bir parçasıymış gibi yansıtan pornografik yayınların önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Oysa epidemiyolojik çalışmalar, anal ilişkiye giren kadınların çok önemli bir kısmında anal seksin normal ve problemsiz olarak yaşanmadığını ve sıklıkla ağrı şikayetinin ortaya çıktığını göstermektedir (4). Bugüne kadar yapılan sayısız bilimsel çalışma, penis ve vajina yoluyla kurulan cinsel ilişkinin (penil-vajinal ilişki), psikolojik ve fizyolojik açıdan en sağlıklı cinsel ilişki şekli olduğunu; diğer seksüel aktivitelerin sağlıkla bağlantısının ya daha zayıf olduğunu ya da hiç olmadığını veya masturbasyon ve anal sekste olduğu gibi, sağlığı olumsuz yönde etkilediğini ortaya koymuştur (5). Bu yazıda, geniş kapsamlı bir literatür taraması sonucunda ulaştığım bilgilere dayanarak, anal ilişkinin muhtemel sakıncalarını birkaç başlık altında özetlemeye çalışacağım.


Şekil 1. Anal ilişkiye bağlı bazı tıbbi riskler. 


1) Rektal Mukozanın İnce Oluşu 

Rektum mukozası, vajinanınkine göre oldukça incedir. Vajina, çok katlı yassı epitelle örtülü iken, rektum mukozası tek katlı prizmatik epitelle örtülüdür (6, 7). Yapılan bir çalışmada, vajina epitelinin kalınlığı ortalama 215.5 µm; rektum epitelinin kalınlığı ise ortalama 24.6 µm olarak bulunmuştur (8). Bu histolojik özellik nedeniyle, cinsel ilişki sırasında rektum mukozası hasara uğramaya karşı daha yatkındır (9-12). Mukozal hasar, 2 önemli tıbbi risk oluşturur: enfeksiyon ve kanser. Rektal mukozanın sadece bir hücre tabakası kalınlığında olması, olası enfeksiyon etkenlerinin anal ilişki sırasında travmatize olan mukozal bariyeri aşarak daha alt tabakalara geçmesini ve yayılmasını kolaylaştırır (13-18). Ayrıca, uzun bir süreç boyunca, sıkça anal ilişkiye girilmesi ve buna bağlı olarak mukozanın tekrar tekrar travmatize olması, anal kanser gelişimini tetikleyebilir (19). Nitekim yapılan çalışmalar, anal mukozanın uzun süreli irritasyonunun ve tekrarlayan epitelyal rejenerasyonun anal kanser riskiyle ilişkili olduğunu göstermiştir (20).


 2) Lubrikasyonun (Kayganlaştırma) Olmaması 


Vajinadaki kan akımı, istirahat durumunda nispeten düşük seviyelerdedir. Cinsel uyarılmayla birlikte vajinal kan akımı giderek artar ve bu durum “transudasyon” adı verilen süreçle birlikte vajinanın yüzeyinde lubrikant (kayganlaştırıcı) bir sıvının ortaya çıkmasına neden olur. Oluşan vajinal kayganlık, penis girişini ve seksüel hareketleri kolaylaştırarak, rahat bir cinsel ilişkinin kurulabilmesini sağlar. Ayrıca parasempatik sinyaller ile uyarılan Bartholin bezlerinin de, mukus salgılayarak cinsel ilişki sürecinde vajinal kayganlığa bir miktar katkı sağladığı düşünülmektedir. Sonuç olarak vajina, cinsel birleşme sırasında kendiliğinden kayganlaşabilmektedir (21, 22). Oysa rektumun böyle bir özelliği yoktur ve cinsel birleşme sırasında anorektal zarların yeterli lubrikasyon sağlayamamasından dolayı, anal ilişkide vajinal ilişkiye göre mukozal hasar gelişme eğilimi çok daha fazla olmaktadır. Mukozal hasar ise, yukarıda da ifade edildiği gibi, cinsel yolla bulaşan enfeksiyonların ve anal kanserin ortaya çıkma riskini artırmaktadır.

 3) Bağışıklık Sisteminin Baskılanması 

İnsan menisi, enfeksiyöz ajanlara bağlı olmaksızın, iki değişik şekilde bağışıklık sisteminin baskılanmasına yol açabilir: Bunlardan birisi, ihtiva ettiği immunsupresif moleküller aracılığıyla direkt olarak immuniteyi baskılamasıdır. Menide bulunan bu maddeler, sperm antijenlerine karşı kadın vücudunun immünolojik tepki vermesini önleyerek, spermlerin yumurtayı dölleme şansını artırmaktadır (23-25). İkinci bir yol ise, menideki antijenleri hedef alan immun cevabın (allojenik immunizasyon), yapısal benzerlik nedeniyle çapraz reaksiyona girerek vücudun kendi savunma sistemine doğru yönelmesidir (lenfositotoksik otoimmunite) (26-29). Her ne kadar paradoksal gibi gözükse de, yapılan bilimsel çalışmalar, her iki yolla da meninin immunsupresyona neden olabileceğini ortaya koymuştur. Vajinal ilişkiyle mukayese edildiğinde, meni maruziyetine bağlı immunsupresyon, anal ilişkide çok daha belirgin olmaktadır (5, 30). Bunun muhtemelen en önemli sebebi, rektal epitelin oldukça ince olmasından dolayı, meni komponentlerinin damarsal yapılara ve savunma hücrelerine daha kolay ulaşabilmesidir (25, 31, 32).

 Bununla birlikte, farklı yönde bulgulara ulaşılan ve farklı görüşler ileri sürülen birtakım yayınlar da vardır. Örneğin, Handzel ve ekibi (33), anal ilişkiye giren kişilerde T lenfosit değerlerinin etkilenmediğini bulmuşlardır. Chacho ve ekibi (34), anal ilişki ile sperm antikorlarının gelişimi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki tespit edememişlerdir. Wiley ve ekibi (35) ise, HIV ile enfekte kişilerde, anal ilişki yoluyla rektumun meniye maruz kalmasının, CD4 hücre kaybını artırdığını ve hastalığın seyrini kötüleştirdiğini tespit etmiş; ancak bu durumun, anal ilişkiyle bulaşan başka enfeksiyöz ajanlara bağlı olabileceğini öne sürmüşlerdir.

Sonuç olarak, bağışıklık sisteminin baskılanması, anal ilişki ile cinsel yolla bulaşan hastalıklar ve anal kanser arasındaki bağlantıdan sorumlu faktörlerden biri olabilir. Ancak bu konuda daha ileri araştırmalara ihtiyaç vardır.


4) Cinsel Yolla Bulaşan Enfeksiyonlar 

Rektal mukozanın travmatik hasara karşı daha yatkın olması ve muhtemelen meniye rektal maruziyetin oluşturduğu immunsupresif etkilerden dolayı, anal ilişki, başta HIV enfeksiyonu olmak üzere, cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar için ciddi bir risk taşımaktadır (36-45). Yapılan laboratuvar çalışmaları, vajinal dokunun HIV enfeksiyonuna karşı rektal dokudan önemli ölçüde daha dirençli olduğunu göstermiştir (46-49). Öyle ki, anal ilişki esnasında HIV geçiş riski, vajinal ilişkiye göre neredeyse 20 kat daha yüksek olmaktadır (50- 53).

 5) Anal Kanser 

Anal ilişkinin, anal kanser riskini artırdığını gösteren sayısız bilimsel çalışma vardır (19, 37, 54-66). Anal ilişki ve anal kanser arasındaki bu sıkı bağlantıda suçlanan başlıca faktör HPV enfeksiyonu olsa da; bazı bilimsel çalışmalar, anal ilişkinin HPV enfeksiyonundan bağımsız olarak da kanser gelişimini tetikleyebileceğini göstermiştir (19, 67). Bu durum, anal ilişkinin yol açtığı iki önemli problemle bağlantılı olabilir: bağışıklık sisteminin baskılanması ve kronik mukozal travma. Şöyle ki; organ nakilleri gibi, bağışıklık sisteminin baskılandığı durumlarda, anal kanser riski önemli oranda artmaktadır (62, 63, 68) ve yapılan bilimsel çalışmalar, anal ilişkinin oraganizma üzerinde belirgin bir immunsupresif etki gösterebileceğini ortaya koymuştur (69-76). Ayrıca, rektum epitelinin ince oluşu ve lubrikasyonun yetersizliği nedeniyle, anal ilişki sırasında mukozal hasar ihtimali oldukça yüksektir ve tekrarlayıcı epitelyal rejenerasyonun anal kanser riskiyle ilişkili olduğu bilinmektedir (20).

 6) İnfertilite 

Vajina, çok katlı yassı epitelle örtülüdür. Bu kalın tabaka, meni muhtevasının damarsal yapılara ulaşmasının önünde bir bariyer oluşturarak, özellikle sperm hücrelerine karşı bir immun cevabın gelişmesini önlemeye katkıda bulunur. Rektum epiteli ise tek bir hücre tabakası kalınlığındadır ve bu nedenle anal ilişki, spermlere karşı antikor gelişmesi açısından teorik olarak daha yüksek bir risk taşımaktadır. Rektumun meniye maruziyeti sonucu oluşacak bu sperm antikorlarının, infertiliteye (kısırlık) yol açabileceği ifade edilmektedir (25, 77). Ancak bu teorik varsayımlara ve hatta bazı deneysel (78) ve gözlemsel (79) bulgulara karşın, anal ilişki ile sperm antikorlarının gelişimi arasında önemli bir bağlantı olmadığını gösteren çalışmalar da vardır (34, 80). Bu nedenle, nihai bir hükme varabilmek için mevcut çalışmaların yeterli olmadığını söyleyebiliriz.

7) Rektal Dışkı 

Teorik olarak, rektumda dışkı bulunmaz/depolanmaz. Rektum, dışkı için sadece bir geçiş yoludur. Kitle hareketiyle sigmoid kolondaki dışkının rektuma girmesi, dışkılama (defekasyon) hissi uyandırır. Bu takdirde, yerine göre dışkılama olayı başlatılabilir ya da şartlar müsait değilse geciktirilebilir. Dışkılamanın ertelenmesi halinde, rektuma gelen feçes tekrar sigmoid kolona döner; dışkılama olayında ise, anüsten dışarı atılır. Ancak bu süreçte rektumda bir miktar dışkı parçacığı kalabilmektedir. Nitekim, hekimler tarafından rektal tuşe ile dışkı muayenesi yapılabilmektedir. Yani anüsten sonra parmak mesafesinde dışkı kalıntısına rastlanması mutat bir durumdur. Bu nedenle anal ilişki sırasında penis başı, dışkı partikülleriyle kirlenebilir ve dışkıda bulunan çeşitli mikroorganizmalar tarafından kontamine hale gelebilir.

 Anal ilişki ile penise bulaşan mikroorganizmalar, erkeklerde idrar yolu enfeksiyonu vakalarına yol açabildiği gibi (81-85); daha sonra penil-vajinal ilişki ile kadın genito-üriner sistemine de ulaşabilmektedir (82, 86-89) ve hatta annenin anal ilişki hikayesi, yenidoğan bebeklerde E.coli bakterisinin kolonizasyonunda belirlenen en önemli risk faktörü olarak karşımıza çıkmaktadır (90).



Şekil 2. Anal ilişkinin rektal dışkıya bağlı oluşturduğu riskler. 



8) Anal Sfinkter 

Hasarı Vücuttaki delik veya geçitlerin etrafını saran ve kasılarak bu yapıların kapanmasını sağlayan kaslara “sfinkter” adı verilir. Anüsün çevresinde bulunan “anal sfinkter” kasları da, kontrollü bir dışkılama faaliyetini mümkün kılmak için, anüsü kapalı halde tutmaktadır. Bu kasların herhangi bir sebeple hasara uğraması, dışkılama kontrolünün bozulmasına ve istemsiz olarak dışkı veya gaz kaçışına sebep olabilir (fekal inkontinans).


Dışkılama sırasında, bir taraftan kalın bağırsak duvarındaki kasların kasılması ile dışkı ileriye doğru itilmekte, diğer taraftan iç sfinkter kasları refleks olarak gevşeyerek dışkının çıkacağı deliği açmaktadır (91). Anal ilişki sırasında ise bu refleks gevşeme mekanizması tam olarak çalışmayacaktır (92). Hatta tam aksine, seksüel uyarılma sırasında anal sfinkterlerin, muhtemelen cinsel ilişki sırasında dışkı veya gaz kaçışını önlemek için refleks olarak kasıldığını gösteren araştırmalar vardır (93-95). Yeterince gevşeyememiş olan kasılı haldeki sfinkter dokusu, anal ilişki sırasında gerçekleşen zorlayıcı cinsel hareketlere bağlı olarak değişik derecelerde travmatize olabilir (96-98).

Miles ve ekibi (97) homoseksüel erkekler üzerinde yaptıkları çalışmada, anal ilişkiye giren bireylerde, aynı yaş grubundaki normal kişilere göre, fekal inkontinans (dışkı tutamama) şikayetinin önemli ölçüde daha sık görüldüğünü; anal istirahat basınç profilinin değiştiğini ve maksimum anal istirahat basıncının azaldığını belirlemişler ve anal seksin, anal kanaldaki istirahat basıncının azalması ve anal inkontinans riskinin artmasıyla ilişkili olduğu sonucuna varmışlardır. Bu çalışmada, anal ilişki yaşanan toplam partner sayısı ile maksimum anal istirahat basıncı arasında negatif bir korelasyon olduğu tespit edilmiştir. Bu durum, istirahat basıncındaki azalmanın anal ilişkiye bağlı olarak kümülatif tarzda geliştiğini göstermektedir. Ayrıca, maksimum istirahat basıncı ile maksimum sıkma basıncı, inkontinansı olan kişilerde daha düşük bulunmuştur. Bu bulgu da, inkontinans şikayetinin, söz konusu basınç azalmalarıyla bağlantılı olabileceğine işaret etmektedir. Miles ve ekibi, anal ilişkiye bağlı olarak iç anal sfinkterin travmatize olmasının, anal istirahat basıncındaki azalmadan sorumlu olabileceğini öne sürmüştür. Nitekim, dış anal sfinkter bir şekilde paralize olsa dahi, dinlenme basıncının bundan çok fazla etkilenmediği ve bu nedenle anal kanal istirahat basıncının önemli bir kısmından iç anal sfinkterin sorumlu olduğu bilinmektedir (99). Chun ve ekibi (100) ise, anal kanal istirahat basıncını, anal ilişkiye giren homoseksüel erkeklerde önemli ölçüde daha düşük tespit etmelerine rağmen; iç veya dış anal sfinkterin yapısında herhangi bir harabiyet bulgusuna rastlamamışlardır. Bununla birlikte, her ne kadar farklılığın istatistiksel olarak anlamlı olmadığını bulmuş olsalar da, anal ilişkiye giren erkeklerin daha ince anal sfinkterlere sahip olma eğiliminde olduklarını ifade etmişlerdir. Dikkat çekici bir diğer husus, Chun ve ekibinin çalışmaya dahil ettiği kişilerin fekal inkontinans şikayetlerinin olmayışıdır. Bu durum, Miles ve ekibi ile Chun ve ekibi tarafından gerçekleştirilen çalışmaların sonuçları arasında gözlenen farklılığın, seçilen hasta grubuyla ilgili olabileceğini düşündürmektedir.

Öyle anlaşılıyor ki, anal ilişki sırasında özellikle iç anal sfinkterin yeterince gevşeyememesi, zorlayıcı hareketlerin nitelik ve niceliğine bağlı olarak, değişik derecelerde bir travmatik etki meydana getirmektedir. Bu etki, herhangi bir şikayete neden olmayacak şekilde, sfinkter yapısında kalıcı bir hasar oluşturmayabileceği gibi (100); fekal inkontinansa kadar ilerleyen ciddi yapısal sorunlara da yol açabilmektedir (97). Fekal inkontinans, genel olabilir veya belli bazı şartlar altında ortaya çıkabilir. Örneğin, dış anal sfinkter EMG’leri normal olduğu halde, iç anal sfinkter EMG’lerinde daha düşük aktivite saptanan bazı hastaların, normalde dışkı ve gaz kontrolünü sağlayabildikleri halde, cinsel birleşme anında gaz kaçırdıkları rapor edilmiştir (101). Bu durum, risk gruplarında daha ayrıntılı bir sorgulamanın yapılması gerektiğini göstermektedir.


Şekil 3. Anal ilişkiye bağlı olarak, anal istirahat basıncında görülen azalma (97). 


9) Meninin Biyokimyasal Özellikleri 


Meni, oldukça kompleks bir kimyasal karışımdır. Özellikle son 30 yılda yapılan bilimsel araştırmalar, meniyi oluşturan bileşenler hakkındaki bilgilerimizi bir hayli genişletmiştir. Ancak vajina veya rektumun bu moleküllere maruziyetinin, hangi lokal ve sistemik etkilere yol açtığı konusunda hala çok sınırlı bir bilgi dağarcığına sahibiz. Menide bulunan bazı önemli biyokimyasal moleküller şunlardır: LH, FSH, prolaktin, vazopressin, oksitosin, TRH, serotonin, melatonin, katekolaminler, endorfinler, testosteron ve türevleri, östrojenler, kortizol, prostaglandinler, kalsitonin, HCG, plasental proteinler ve relaksin (102).Vajinaya dökülen menide bulunan testosteron, LH ve oksitosin gibi bazı hormonlar ile prostaglandinler gibi başka birtakım kimyasalların, kadınlar için psikolojik faydalar sağladığı; ancak söz konusu maddelerin sindirim kanalı yoluyla (örneğin, anal ilişki) aynı etkiyi oluşturamadığı ifade edilmektedir (5, 103). Gerçekten de, tıbbi literatüre baktığımızda, penil￾vajinal ilişkinin, psikolojik açıdan en sağlıklı cinsel ilişki şekli olduğunu; buna karşın anal ilişkinin ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyebildiğini görmekteyiz (5). Örneğin, anal ilişki ile olgunlaşmamış psikolojik defans mekanizmalarının kullanımı (104, 105), blumia (106) ve posttravmatik stres bozukluğu (107) gibi birtakım psikolojik sorunların bağlantılı olabileceği rapor edilmektedir. Meniyi oluşturan biyokimyasal moleküller ve bunların vajinal veya rektal yolla kadın vücudu üzerinde oluşturduğu lokal ve sistemik etkiler hakkında yapılacak olan araştırmalar, vajinal ilişkinin yararları ve anal ilişkinin yol açtığı riskler konusundaki mevcut bilgilerimizi, gelecekte çok ileri bir noktaya taşıyabilir.


10) Vajina ile Beyin Arasındaki Transit Yol : Vagus 


Vajina yoluyla ortaya çıkan cinsel uyarıları, diğer cinsel aktivitelerdekinden farklı kılan önemli bir unsur, vagus siniridir. Klitoris (bızır) duyusu pudental sinir aracılığıyla taşınır. Pudental sinir, aynı zamanda, genital bölge derisinin ve anal kanalın da duyusunu toplar. Pelvik ve hipogastrik sinirler ise, rahim, rahim boynu ve vajina da dahil olmak üzere, kadın üreme sisteminin çok büyük bir kısmından duyusal uyarılar alır. Pudental, pelvik ve hipogastrik sinirlerden gelen bu duyusal sinyaller, öncelikle omuriliğe iletilir. Ancak deneysel çalışmalar ve klinik gözlemler, omurilikle ilgisi olmayan vagus sinirinin de üreme organlarından duyusal bilgi taşıdığını ortaya koymuş ve toraks düzeyinde tam omurilik hasarı olan kadınlarda bile, vajinal uyarıların orgazma yol açabildiği gösterilmiştir (108-110).




Şekil 4. Vagus siniri yoluyla vajinal duyunun direkt olarak beyne iletilmesi.


Vajina ve beyin arasında vagus siniri aracılığıyla kurulan bu direkt bağlantı, vajinal ilişkinin beyin dokusunda, diğer cinsel ilişki şekillerinden daha farklı birtakım biyokimyasal etkiler ortaya çıkarmasına yol açmaktadır. Bu durum, tüm vücudu etkileyen çeşitli fizyolojik değişimleri de tetiklemektedir.

 Sağlıklı bireylerde kalp atışları arasındaki sürenin, farklı durumlar karşısında sabit kalmaması ve periyodik değişiklikler gösterebilmesi yeteneğine “kalp hızı değişkenliği (KHD)” adı verilir. Vücuttaki sempatik-parasempatik denge hakkında bilgi veren ve hem fizyolojik hem de psikolojik sağlığın bir belirteci olarak kabul edilen KHD’nin, çeşitli hastalıklarda azaldığı bilinmektedir. Yapılan çalışmalar, daha fazla penil-vajinal ilişkinin, daha iyi KHD ile bağlantılı olduğunu göstermiş; diğer cinsel ilişki şekillerinde ise bu bağlantı tespit edilememiştir (111, 112). Stres oluşturan durumlara karşı kan basıncı cevabının (kan basıncı reaktivitesi) yüksek oluşu da, birçok hastalık için bir risk faktörü olarak görülmektedir. Brody tarafından yapılan bir çalışmada, penil-vajinal ilişki sıklığının, daha düşük kan basıncı reaktivitesiyle bağlantılı olduğu bulunmuştur (113). Penil-vajinal ilişki ile daha büyük KHD ve daha düşük kan basıncı reaktivitesi arasındaki bu bağlantının, vajinayı doğrudan beyne bağlayan vagus sinirinin aktivitesiyle ilgili olabileceği düşünülmektedir (5).

 Sonuç 

Rektum ve anal kanalın anatomik ve histolojik özellikleri, dışkılama fonksiyonunu yerine getirecek şekilde yaratılmıştır. Bu yapıların cinsel ilişki amacıyla kullanılması, önemli tıbbi riskler taşımaktadır. Dolayısıyla, anal ilişkinin seksüel repertuvarın bir parçası olmaktan çıkarılması, sadece İslami açıdan değil, aynı zamanda sağlık açısından da bir gerekliliktir.



Kaynaklar


 (1) Ebu Davud, Nikah, 2164; Hakim, Müstedrek, 2/279; Taberi, Camiu’l-Beyan, 2/234; Suyuti, Lubabu’n￾Nukul, I, 57-58.

(2) Buhari, Tefsir, 4528; Müslim, Nikah, 1435; Tirmizi, Tefsir, 2978; Ebu Davud, Nikah, 2164; İbn Mace, Nikah, 29; Darimi, Vudu, 114; Taberi, Camiu’l-Beyan, 2/232.

(3) Tirmizi, Taharet, 102; İbn Mace, Taharet, 122; Ebu Davud, Nikah, 45; Ahmed b. Hanbel, 2/444.

(4) Stulhofer A, Ajdukovic D. Should we take anodyspareunia seriously? A descriptive analysis of pain during receptive anal intercourse in young heterosexual women. J Sex Marital Ther. 2011; 37:346-358.

(5) Brody S. The relative health benefits of different sexual activities. J Sex Med. 2010; 7:1336-1361.
(6) Patton DL, Thwin SS, Meier A, Hooton TM, Stapleton AE, Eschenbach DA. Epithelial cell layer thickness and immune cell populations in the normal human vagina at different stages of the menstrual cycle. Am J Obstet Gynecol. 2000; 183:967-973.

(7) Tanaka E, Noguchi T, Nagai K, Akashi Y, Kawahara K, Shimada T. Morphology of the epithelium of the lower rectum and the anal canal in the adult human. Med Mol Morphol. 2012; 45:72-79.

(8) Hussain LA, Lehner T. Comparative investigation of Langerhans' cells and potential receptors for HIV in oral, genitourinary and rectal epithelia. Immunology. 1995; 85:475-484.

(9) Owen WF Jr. Sexually transmitted diseases and traumatic problems in homosexual men. Ann Intern Med. 1980; 92:805-808.

 (10) McMillan A, Lee FD. Sigmoidoscopic and microscopic appearance of the rectal mucosa in homosexual men. Gut. 1981; 22:1035-1041.

 (11) Reiner NE, Judson FN, Bond WW, Francis DP, Petersen NJ. Asymptomatic rectal mucosal lesions and hepatitis B surface antigen at sites of sexual contact in homosexual men with persistent hepatitis B virus infection. Ann Intern Med. 1982; 96:170-173.

(12) Zink T, Fargo JD, Baker RB, Buschur C, Fisher BS, Sommers MS. Comparison of methods for identifying ano-genital injury after consensual intercourse. J Emerg Med. 2010; 39:113-118.

(13) Voeller B. AIDS and heterosexual anal intercourse. Arch Sex Behav. 1991; 20:233-276.

(14) Stark K, Doering CD, Bienzle U, et al. Risk and clearance of GB virus C/hepatitis G virus infection in homosexual men: A longitudinal study. J Med Virol. 1999; 59:303-306.

(15) Halfon P, Riflet H, Renou C, Quentin Y, Cacoub P. Molecular evidence of male-to-female sexual transmission of hepatitis C virus after vaginal and anal intercourse. J Clin Microbiol. 2001; 39:1204-1206.

(16) Eke N. Urological complications of coitus. BJU Int. 2002; 89:273-277.

(17) Moxoto I, Boa-Sorte N, Nunes C, et al. Sociodemographic, epidemiological and behavioral profile of women infected with HTLV-1 in Salvador, Bahia, an endemic area for HTLV. Rev Soc Bras Med Trop. 2007; 40:37-41.

(18) Jenness SM, Begier EM, Neaigus A, Murrill CS, Wendel T, Hagan H. Unprotected anal intercourse and sexually transmitted diseases in high-risk heterosexual women. Am J Public Health. 2011; 101:745-750.

 (19) Holly E, Ralston M, Darragh T, Greenblatt R, Jay N, Palefsky J. Prevalence and risk factors for anal squamous intrepithelial lesions in women. J Natl Cancer Inst 2001; 93:843-849.

(20) Holly EA, Whittemore AS, Aston DA, Ahn DK, Nickoloff BJ, Kristiansen JJ. Anal cancer incidence: genital warts, anal fissure or fistula, hemorrhoids, and smoking. J Natl Cancer Inst. 1989; 81:1726-1731.

(21) Levin RJ. VIP, vagina, clitoral and periurethral glans--an update on human female genital arousal. Exp Clin Endocrinol. 1991; 98:61-69.

(22) Guyton AC, Hall JE. Medical Physiology. Çev. Ed: Çavuşoğlu H. Tıbbi Fizyoloji. İstanbul: Nobel Tıp Kitabevleri, 10. Baskı (2001): 941.

(23) Skibinski G, Kelly RW, Harkiss D, James K. Immunosuppression by human seminal plasma--extracellular organelles (prostasomes) modulate activity of phagocytic cells. Am J Reprod Immunol. 1992; 28:97-103.

(24) Kelly RW. Immunosuppressive mechanisms in semen: implications for contraception. Hum Reprod. 1995; 10:1686-1693.

(25) Mestecky J, Lamm M, Strober W, Bienenstock J, McGhee J, Mayer L. Mucosal Immunology. Academic Press. 2005.

(26) Mavligit GM, Talpaz M, Hsia FT, et al. Chronic immune stimulation by sperm alloantigens. Support for the hypothesis that spermatozoa induce immune dysregulation in homosexual males. JAMA. 1984; 251:237-241.

(27) Kramer A, Wiktor SZ, Fuchs D, et al. Neopterin: a predictive marker of acquired immune deficiency syndrome in human immunodeficiency virus infection. J Acquir Immune Defic Syndr. 1989; 2:291-296.

(28) Ratnam KV. Effect of sexual practices on T cell subsets and delayed hypersensitivity in transsexuals and female sex workers. Int J STD AIDS. 1994; 5:257-261.

 (29) Root-Bernstein RS, DeWitt SH. Semen alloantigens and lymphocytotoxic antibodies in AIDS and ICL. Genetica. 1995; 95:133-156.

(30) Peters B, Whittall T, Babaahmady K, Gray K, Vaughan R, Lehner T. Effect of heterosexual intercourse on mucosal alloimmunisation and resistance to HIV-1 infection. Lancet. 2004; 363:518–524.

(31) Shearer GM, Rabson AS. Semen and AIDS. Nature. 1984; 308:230.

(32) Wolff H, Schill WB. Antisperm antibodies in infertile and homosexual men: relationship to serologic and clinical findings. Fertil Steril. 1985; 44:673-677.

(33) Archibald CP, Schechter MT, Craib KJ, et al. Risk factors for Kaposi's sarcoma in the Vancouver Lymphadenopathy-AIDS Study. J Acquir Immune Defic Syndr. 1990; 3 Suppl 1:18-23.

(34) Chacho KJ, Hage CW, Shulman S. The relationship between female sexual practices and the development of antisperm antibodies. Fertil Steril. 1991; 56:461-464.

(35) Wiley DJ, Visscher BR, Grosser S, et al. Evidence that anoreceptive intercourse with ejaculate exposure is associated with rapid CD4 cell loss. AIDS. 2000; 14:707-715.

(36) Padian N, Marquis L, Francis D, et al. Male-to-female transmission of human immunodeficiency virus. JAMA 1987; 258:788-790.

(37) Daling J, Weiss N, Hislop TG, et al. Sexual practices, sexually transmitted diseases, and the incidence of anal cancer. N Engl J Med 1987; 317:973-977.

(38) Seidlin M, Vogler M, Lee E, Lee Y, Dubin N. Heterosexual transmission of HIV in a cohort of couples in New York City. AIDS 1993; 7:1247-1254.

(39) Halperin D. Heterosexual anal intercourse: prevalence, cultural factors, and HIV infection and other health risks, part I. AIDS Patient Care STDs 1999; 13:717-730.

(40) Pauk J, Huang ML, Brodie SJ, Wald A, Koelle DM, Schacker T. Mucosal shedding of human herpesvirus 8 in men. New England Journal of Medicine. 2000; 343:1369–1377.

 (41) Varghese B, Maher J, Peterman T, Branson B, Steketee R. Reducing the risk of sexual HIV transmission: quantifying the per-act risk for HIV on the basis of choice of partner, sex act, and condom use. Sex Transm Dis. 2002; 29:38-43.

(42) Bogart L, Kral A, Scott A, et al. Sexual risk among injection drug users recruited from syringe exchange programs in California. Sex Transm Dis. 2005; 32:27-34.

(43) Huan XP, Yin YP, Fu GF, Jiang N, Zhang QQ, Zhang XN. High prevalence of sexually transmitted diseases among men who have sex with men in Jiangsu Province, China. Journal of the American Academy of Child and Adolescent Psychiatry. 2006; 33:118–123.

(44) Lane T. Heterosexual anal intercourse increases risk of HIV infection among young South African men. AIDS 2006; 20:123-125.

(45) Poynten IM, Jin F, Templeton DJ, et al. Prevalence, incidence, and risk factors for human papillomavirus 16 seropositivity in Australian homosexual men. Sex Transm Dis. 2012; 39:726-732.

(46) Yahi N, Baghdiguian S, Bolmont C, Fantini J. Replication and apical budding of HIV-1 in mucous￾secreting colonic epithelial cells. J Acquir Immune Defic Syndr. 1992; 5:993-1000.

(47) Greenhead P, Hayes P, Watts PS, Laing KG, Griffin GE, Shattock RJ. Parameters of human immunodeficiency virus infection of human cervical tissue and inhibition by vaginal virucides. J Virol. 2000; 74:5577-5586.

(48) Dezzutti CS, Guenthner PC, Cummins JE Jr, et al. Cervical and prostate primary epithelial cells are not productively infected but sequester human immunodeficiency virus type 1. J Infect Dis. 2001; 183:1204-1213.

 (49) Bouschbacher M, Bomsel M, Verronese E, et al. Early events in HIV transmission through a human reconstructed vaginal mucosa. AIDS. 2008; 22:1257-1266.

(50) Levy JA. The transmission of AIDS: the case of the infected cell. JAMA. 1988; 259:3037-3038.

(51) Belec L, Dupre T, Prazuck T, et al. Cervicovaginal overproduction of specific IgG to human immunodeficiency virus (HIV) contrasts with normal or impaired IgA local response in HIV infection. J Infect Dis. 1995; 172:691-697.

(52) Powers KA, Poole C, Pettifor AE, Cohen MS. Rethinking the heterosexual infectivity of HIV-1: a systematic review and meta-analysis. Lancet Infect Dis. 2008; 8:553-563.

(53) Baggaley RF, Dimitrov D, Owen BN, et al. Heterosexual anal intercourse: a neglected risk factor for HIV? Am J Reprod Immunol. 2013; 69:95-105.

 (54) Fenger C. Anal neoplasia and its precursors: facts and controversies. Semin Diagn Pathol. 1991; 8:190-201.

(55) Aparicio-Duque R, Mittal KR, Chan W, Schinella R. Cloacogenic carcinoma of the anal canal and associated viral lesions. An in situ hybridization study for human papilloma virus. Cancer. 1991; 68:2422-2425.

(56) Tarazi R, Nelson RL. Anal adenocarcinoma: a comprehensive review. Semin Surg Oncol. 1994; 10:235- 240.

 (57) Deans GT, McAleer JJ, Spence RA. Malignant anal tumours. Br J Surg. 1994; 81:500-508.

(58) Ablin RJ, Stein-Werblowsky R. Sexual behaviour and increased anal cancer. Immunol Cell Biol. 1997; 75:181-183.

(59) Frisch M, Glimelius B, van den Brule A, et al. Sexually transmitted infection as a cause of anal cancer. N Engl J Med 1997; 337:1350-1358.

(60) Moscicki AB, Hills NK, Shiboski S, et al. Risk factors for abnormal anal cytology in young heterosexual women. Cancer Epidemiol Biomarkers Prev. 1999; 8:173-178.

(61) Tseng HF, Morgenstern H, Mack TM, Peters RK. Risk factors for anal cancer: results of a population-based case--control study. Cancer Causes Control. 2003; 14:837-846.

(62) Daling JR, Madeleine MM, Johnson LG, et al. Human papillomavirus, smoking, and sexual practices in the etiology of anal cancer. Cancer. 2004; 101:270–280.

(63) Uronis HE, Bendell JC. Anal cancer: an overview. Oncologist. 2007; 12:524-534.

(64) Health Quality Ontario. Anal dysplasia screening: an evidence-based analysis. Ont Health Technol Assess Ser. 2007; 7:1-43.

(65) Hessol NA, Holly EA, Efird JT, et al. Anal intraepithelial neoplasia in a multisite study of HIV-infected and high-risk HIV-uninfected women. AIDS. 2009; 23:59-70.

(66) Heywood W, Smith AM. Anal sex practices in heterosexual and male homosexual populations: a review of population-based data. Sex Health. 2012; 9:517-526.

(67) Law CL, Thompson CH, Rose BR, Cossart YE. Anal intercourse: a risk factor for anal papillomavirus infection in women? Genitourin Med. 1991; 67:464-468.

 (68) Patel HS, Silver AR, Northover JM. Anal cancer in renal transplant patients. Int J Colorectal Dis. 2007; 22:1-5.

 (69) Richards JM, Bedford JM, Witkin SS. Rectal insemination modifies immune responses in rabbits. Science. 1984; 224:390-392.

(70) Goedert JJ, Biggar RJ, Winn DM, et al. Decreased helper T lymphocytes in homosexual men. II. Sexual practices. Am J Epidemiol. 1985; 121:637-644.

(71) Ratnam KV, Wong TW, Lee J, Kamarrudin A, Sng EH, Ong YW. Effect of ano-receptive homosexual practice on T lymphocytes and delayed hypersensitivity in transsexuals. Aust N Z J Med. 1986; 16:757-760.

(72) Kuno S, Ueno R, Hayaishi O. Prostaglandin E2 administered via anus causes immunosuppression in male but not female rats: a possible pathogenesis of acquired immune deficiency syndrome in homosexual males. Proc Natl Acad Sci USA. 1986; 83:2682-2683.

(73) Pifer LL, Wang YF, Chiang TM, Ahokas R, Woods DR, Joyner RE. Borderline immunodeficiency in male homosexuals: is life-style contributory? South Med J. 1987; 80:687-691, 697.

(74) Alexander NJ, Tarter TH, Fulgham DL, Ducsay CA, Novy MJ. Rectal infusion of semen results in transient elevation of blood prostaglandins. Am J Reprod Immunol Microbiol. 1987; 15:47-51.

(75) Dostal J, Veselsky L, Drahorad J, Jonakova V. Immunosuppressive effect induced by intraperitoneal and rectal administration of boar seminal immunosuppressive factor. Biol Reprod. 1995; 52:1209-1214.

(76) Veselsky L, Dostal J, Zelezna B. Effect of boar seminal immunosuppressive component on humoral immune response in mice. Am J Reprod Immunol. 1997; 38:106-113.

(77) Centola GM, Ginsburg KA. Evaluation and Treatment of the Infertile Male. Cambridge University Press. 2004.

(78) Allardyce RA. Effect of ingested sperm on fecundity in the rat. J Exp Med. 1984; 159:1548–1553.

(79) Mulhall BP, Fieldhouse S, Clark S, et al. Anti-sperm antibodies in homosexual men: prevalence and correlation with sexual behaviour. Genitourin Med. 1990; 66:5-7.

(80) Yazdi RS, Akbari Sene A, et al. The correlation between sexual practices and the development of antisperm antibodies. Int J Fertil Steril. 2009; 2:189-192.

(81) Barnes RC, Daifuku R, Roddy RE, Stamm WE. Urinary-tract infection in sexually active homosexual men. Lancet. 1986; 1:171-173.

(82) Coull N, Mastoroudes H, Popert R, O'Brien TS. Redefining urological history taking - anal intercourse as the cause of unexplained symptoms in heterosexuals. Ann R Coll Surg Engl. 2008; 90:403-405.

(83) Ashby J, Smith A. A case of sexual transmission of Escherichia coli leading to urine infections in a male homosexual couple? Int J STD AIDS. 2010; 21:660-661.

(84) Abdolrasouli A, de Vries HJ, Hemmati Y, Roushan A, Hart J, Waugh MA. Sexually transmitted penile amoebiasis in Iran: a case series. Sex Transm Infect. 2012; 88:585-588.

(85) Novo-Veleiro I, Hernandez-Cabrera M, Canas-Hernandez F, et al. Paucisymptomatic infectious prostatitis as a cause of fever without an apparent origin. A series of 19 patients. Eur J Clin Microbiol Infect Dis. 2013; 32:263-268.

(86) Cohall AT, Warren A. Persistent vaginal discharge in a sexually active adolescent female. J Adolesc Health. 1991; 12:58-59.

(87) Harrington RD, Hooton TM. Urinary tract infection risk factors and gender. J Gend Specif Med. 2000; 3:27- 34.

(88) Sharma AK, Ranjan R, Mehta G. Prevalence and determinants of reproductive tract infections among women. J Commun Dis. 2004; 36:93-99.

(89) Cherpes TL, Hillier SL, Meyn LA, Busch JL, Krohn MA. A delicate balance: risk factors for acquisition of bacterial vaginosis include sexual activity, absence of hydrogen peroxide-producing lactobacilli, black race, and positive herpes simplex virus type 2 serology. Sex Transm Dis. 2008; 35:78-83.

(90) Tameliene R, Barcaite E, Stoniene D, et al. Escherichia coli colonization in neonates: prevalence, perinatal transmission, antimicrobial susceptibility, and risk factors. Medicina (Kaunas). 2012; 48:71-76.

(91) Read NW, Timms JM. Defecation and the pathophysiology of constipation. Clin Gastroenterol. 1986; 15:937-965.

(92) Agnew J. Some anatomical and physiological aspects of anal sexual practices. J Homosex. 1985; 12:75-96.

(93) Shafik A. Pelvic floor muscles and sphincters during erection and ejaculation. Arch Androl. 1997; 39:71-78.

(94) Shafik A, Shafik I, El-Sibai O. Effect of vaginal distension on anorectal function: identification of the vagino-anorectal reflex. Acta Obstet Gynecol Scand. 2005; 84:225-229.

(95) Shafik A, Shafik I, Shafik AA, El Sibai O. The cavernoso-anal reflex: response of the anal sphincters to cavernosus muscles' stimulation. Asian J Androl. 2006; 8:331-336.

(96) Owen WF Jr. Medical problems of the homosexual adolescent. J Adolesc Health Care. 1985; 6:278-285.

(97) Miles AJ, Allen-Mersh TG, Wastell C. Effect of anoreceptive intercourse on anorectal function. J R Soc Med. 1993; 86:144-147.

(98) Cawich SO, Samuels L, Bambury I, Cherian CJ, Christie L, Kulkarni S. Complete anal sphincter complex disruption from intercourse: A case report and literature review. Int J Surg Case Rep. 2012; 3:565-568.

(99) Frenckner B, Euler CV. Influence of pudendal block on the function of the anal sphincters. Gut. 1975; 16: 482–489.

(100) Chun AB, Rose S, Mitrani C, Silvestre AJ, Wald A. Anal sphincter structure and function in homosexual males engaging in anoreceptive intercourse. Am J Gastroenterol. 1997; 92:465-468.

(101) Shafik A, Shafik IA, El Sibai O, Shafik AA. Flaturia: passage of flatus at coitus. Incidence and pathogenesis. Arch Gynecol Obstet. 2007; 275:33-37.

(102) Platek SM, Shackelford TK. Female Infidelity and Paternal Uncertainty: Evolutionary Perspectives on Male Anti-Cuckoldry Tactics. Cambridge University Pres. 2006.

(103) Gallup GG, Burch RL, Platek SM. Does semen have antidepressant properties? Arch Sex Behav. 2002; 31:289–293.

(104) Brody S, Costa RM. Vaginal orgasm is associated with less use of immature psychological defense mechanisms. J Sex Med. 2008; 5:1167–1176.

 (105) Costa RM, Brody S. Immature defense mechanisms are associated with lesser vaginal orgasm consistency and greater alcohol consumption before sex. J Sex Med. 2010; 7:775-786.

(106) Abraham SF, Bendit N, Mason C, et al. The psychosexual histories of young women with bulimia. Aust N Z J Psychiatry. 1985; 19:72-76.

(107) Hutton HE, Treisman GJ, Hunt WR, et al. HIV risk behaviors and their relationship to posttraumatic stress disorder among women prisoners. Psychiatr Serv. 2001; 52:508-513.

(108) Komisaruk BR, Bianca R, Sansone G, et al. Brain-mediated responses to vaginocervical stimulation in spinal cord-transected rats: role of the vagus nerves. Brain Res. 1996; 708:128-134.

(109) Collins JJ, Lin CE, Berthoud HR, Papka RE. Vagal afferents from the uterus and cervix provide direct connections to the brainstem. Cell Tissue Res. 1999; 295:43-54.

(110) Komisaruk BR, Whipple B, Crawford A, Liu WC, Kalnin A, Mosier K. Brain activation during vaginocervical self-stimulation and orgasm in women with complete spinal cord injury: fMRI evidence of mediation by the vagus nerves. Brain Res. 2004; 1024:77-88.

(111) Brody S, Veit R, Rau H. A preliminary report relating frequency of vaginal intercourse to heart rate variability, Valsalva ratio, blood pressure, and cohabitation status. Biol Psychol. 2000; 52:251-257.

(112) Brody S, Preut R. Vaginal intercourse frequency and heart rate variability. J Sex Marital Ther. 2003; 29:371-380.

(113) Brody S. Blood pressure reactivity to stress is better for people who recently had penile-vaginal intercourse than for people who had other or no sexual activity. Biol Psychol. 2006; 71:214-222.



~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~


Alıntıdır : http://www.hakkadavet.net/anal.pdf

2 Mart 2015 Pazartesi

Evrime Moleküler Bakış: Proteinlerin Söyledikleri

İlkel atmosferden esinlenerek yaratılmiş bir görsel. Hem aktif atmosfer hareketleri, hem de diğer dış etmenler çorbada hayat için gerekli enerjiyi sağlıyordu. Kaynak: archaeologynewsnetwork.blogspot.com
İlkel atmosferden esinlenerek yaratılmiş bir görsel. Hem aktif atmosfer hareketleri, hem de diğer dış etmenler çorbada hayat için gerekli enerjiyi sağlıyordu. Kaynak: archaeologynewsnetwork.blogspot.com
Bütün canlılar, tek hücrelisinden çok hücrelisine, oldukça karmaşık canlılardır. İlk canlının nasıl ortaya çıktığı; bu canlıdan şimdiki ve geçmişteki türlerin nasıl meydana geldiği, canlılar arasındaki farklılıkların hangi temeller üzerine yükseldiği gibi sorular, çok uzun yıllardır tartışılan önemli sorulardır. Bilim dünyası olarak, bilgimizin ve anlayışımızın geniş ve yeterli olduğu pek çok konuya tatmin edici cevaplar verebiliyoruz; bunu günümüzde durmaksızın çalışan binlerce bilim insanının her yıl yapıtğı çalışmalar, aldıkları patentler ve yayınladıkları makaleler sayesinde görebiliyoruz. Öte yandan, bilgimizin sınırlı olduğu durumlar da var; bunlardan bir tanesi olan ilk canlının nasıl ortaya çıktığı sorusu ve bu oluşumun fiziksel prensipleri, hala aydınlatılmayı bekleyen sorulardan bir tanesi. İlk canlı “bir şekilde” ortaya çıktıktan sonra, bu canlının zaman içerisindeki değişimini evrim teorisi ele alır. Her ne kadar gündelik hayatta sürekli tartışılan bir konu olsa da, bilim dünyasında evrimin varlığı artık tartışma noktasının çok ötesinde. Elbette, bu evrim sürecinin nasıl işlediği, hangi prensipler üzerinden yürüdüğü, Darwin görüşünün yeterliliği gibi sorular tartışılıyor; ancak artık canlıların daha ilkel canlılardan köklenerek ve zaman içerisinde değişerek ortaya çıktıkları su götürmez bir gerçek. Pek çok örnek ile bu değişim anlatılabilir; Kuzey Amerika’daki serçelerin bölgelere göre renk ve kütlelerindeki değişimler; Galapagos Adaları’nda Darwin’in gözlemlediği farklı gaga yapılarına sahip ispinozlar; ve gene Amerika kıtasında bulunan farklı renklere sahip fare yılanları “büyük boyutlu” evrime örnekler [1-4]. Öte yandan, bütün bu başkalaşımların altında yatan genetik değişimler ve bu değişimlerin sonuçlarının ilk olarak gözlendiği proteinler, evrime “moleküler” açıdan da yaklaşmamıza yardım ediyor.
İnsülin almaç proteinin üç boyutlu yapısı, proteinlerin ne kadar karmaşık  ama aynı zamanda düzenli yapılar olduğuna iyi bir örnektir. Kaynak: http://www.rcsb.org
İnsülin almaç proteinin üç boyutlu yapısı, proteinlerin ne kadar karmaşık ama aynı zamanda düzenli yapılar olduğuna iyi bir örnektir. Kaynak: http://www.rcsb.org
Proteinler, bütün canlılarda (ve eğer canlıdan saymazsanız, virüslerde) bulunan, yirmi tane farklı amino asidin canlıdaki genetik bilgiye göre uçuca eklenmesi ve sonrasında da canlı ortamında belli bir üç boyutlu yapıya katlanması ile oluşan büyük moleküllerdir. Prensip olarak sonsuz çeşitlilikte protein üretilebilir; bu özellikleri canlılarda görülen binlerce farklı işlev ve yapıyı açıklamakta rahatlıkla kullanılabilir. Dahası, proteinlerin amino asit dizilimi doğrudan genler tarafından kontrol edildiği için, çalışmakta olan bir gende meydana gelen değişiklikler, bu genin üretiminden sorumlu olduğu proteinlerin de hem dizilimlerinde, hem de üç boyutlu yapılarında kendini gösterir. Bu özellikleri sayesinde, proteinler bizim için genetik değişimleri de ölçme ve inceleme açısından oldukça önemli bir noktadadır.
Proteinlerin canlı içerisindeki üretimini kısaca özetleyelim. Her canlıda DNA (deoksiribonükleik asit) içerisinde bulunan genetik bilgi, mRNA’lar aracılığıyla (ribonükleik asit; daha özelde messenger/mesajcı ribonükleik asit) canlıdaki protein üretiminden sorumlu olan yapılara taşınır. Buralarda ise tRNA (taşıyıcı RNA) yardımı ile mRNA’lar üzerindeki bilgi okunarak protein üretimi gerçekleşir. Hem bu uçuca ekleme süresinde, hem de daha sonrasında proteinler zincir hallerinden üç boyutlu özelleşmiş yapılarına katlanırlar; bu katlanma hem amino asit dizilimi, hem de hücre içerisindeki fiziksel ve kimyasal koşulların etkisindedir. Üretilen ve doğru şekilde katlanan proteinler ise, artık canlı içerisindeki işlevlerini yerine getirmeye hazırdır. Proteinlerin katlanması üzerine benimve Murat Çetinkaya‘nın yazılarına göz gezdirebilirsiniz.
Canlı içerisindeki proteinler pek çok farklı görevde bulunurlar; kasların hareketini sağlayan aktin ve miyozin isimli proteinler, bizim gibi çok hücreli canlıların yer değiştirmesini sağlar. Gözde bulunan rodopsin ve fotopsin gibi proteinler, ışığın algılanmasına neden olur ve görme kabiliyetimizin ilk basamağını oluşturur. Tripsin ve pepsin gibi proteinler, canlıdaki pek çok kimyasal tepkimeyi hızlandıran enzimlere birer örnektir.
Hem genetik bilginin birer dışavurumu, hem de canlılardaki işlevselliğin öncüleri olarak, proteinler oldukça temel ve özel bir noktada bulunmaktadır. Doğru amino asit dizilimine sahip olmayan bir protein, canlı içerisinde işlev göstermesini sağlayan üç boyutlu yapısına katlanamaz ve ya katlansa bile, herhangi bir işlev gösteremez. Vücut sıcaklığındaki ufak değişimler, bu kırılgan üç boyutlu yapıları etkileyebilir ve her ne kadar doğru dizilime sahip olsa da, protein daha farklı bir yapıya katlanabilir veya tamemen eriyebilir. Her iki durumda da, vücutta beklenmedik tepkiler oluşacaktır. Bizler ise, proteinlerin amino asit dizilimlerini inceleyip sınıflandırarak hem canlıların genetik bilgisine dair fikir yürütebiliyoruz, hem de birbirine benzer ama farklı türlerin proteinlerini karşılaştırarak ne gibi değişimlerin canlılarda farklılıklara yol açtığını anlayabiliyoruz. Dahası, soyu tükenmiş canlıların proteinlerini tekrardan üretebiliyor ve milyonlarca yıl önce gerçekleşen hangi değişimlerin günümüzde türler arasındaki farklılıkları ortaya çıkardığını kavrayabiliyoruz. Glükokortikoid alıcı proteinler ve bunların evrimi üzerine yapılan son çalışmalar, proteinlerin evrim konusunda bize anlatabileceklerine uygun bir örnek oluşturuyor.
Glükokortikoid alıcı proteinler (GR), canlılarda bulunan ve kortizol ve aldosteron gibi steroid hormonlarının bağlandığı almaçlardır. Bu hormonların bağlanmasının ardından, belirli genlerin çalışmasını sağlayarak canlının gelişimini, metabolizmasını ve bağışıklık tepkisini düzenler. Benzer şekilde, mineralokortikoid alıcılar (MR) ise, alodosteronun bağlanması sonrasında vücut içerisindeki iyon dengesi ile bağırsak ve böbrek hareketlerini düzenler. Her iki alıcı protein grubunun da evrimsel geçmişi, yaklaşık 450 milyon yıl öncesinde varolan kortikoid alıcılara (CR) kadar takip edilebilmiştir. CR’ye sahip olan canlılarda meydana gelen gen çoğalması ile öncelikle iki tane CR geni ortaya çıkmış, daha sonrasında da her bir kopya giderek farklılaşarak GR ve MR alıcılarına dönüşmüştür. MR proteinleri CR ile işlev açısından büyük benzerlik gösterirken, GR proteinleri sadece kortizole bağlanacak şekilde evrimleşmiştir. Hem günümüzdeki türlerden, hem de fosillerden alınan örnekler sayesinde, 450 milyon yıl önceki atasal CR proteini ve onun üretiminden sorumlu olan genin dizilimi, %95 gibi bir doğruluk payı* ile tespit edilebilmiştir [5].
Atasal CR proteini, MR ve GR’nin sahip olduğu hormon bağlama özelliklerini taşır. İnsandaki GR kortizole bağlanırken, aldosteron ve diğer hormonlara karşı tamamen tepkisizdir. Tam tersi şekilde, köpekbalıklarında bulunan GR ise kortizole karşı tepkisizdir; kortizolün stres yönetimindeki rolü de göz önüne alındığında, köpekbalıklarının oldukça stressiz canlılar olduğunu söyleyebiliriz. Diğer yandan, atasal CR proteini, hem aldosteron, hem kortizol, hem de diğer hormonlara karşı oldukça heveslidir. Kısacası, atasal proteinimiz günümüzde iki farklı canlı grubunda görülen bağlanma özelliklerinin tamamını içerecek şekilde çalışırken, ondan türeyen canlılarda iki farklı alıcı ve haliyle de iki farklı hormon bağlama özelliği gelişmiştir.
  • Atasal CR proteininin üç boyutlu yapısı.  http://www.rcsb.org/pdb/explore/explore.do?structureId=2q3y adresinden daha detaylı ve üç boyutlu interaktif görüntülemeye ulaşabilirsiniz.
    Atasal CR proteininin üç boyutlu yapısı. http://www.rcsb.org/pdb/explore/explore.do?structureId=2q3y adresinden daha detaylı ve üç boyutlu interaktif görüntülemeye ulaşabilirsiniz. Aynı sitede 3RY9 ve 3GN8 kelimeleri ile sırasıyla GR1 ve GR2 proteinlerine ulaşabilirsiniz.
    MR ve GR proteinlerini içeren yüzlerce canlının arasında yolumuzu bulmamız çok zor. Bu yüzden, atasal CR’ye, ve ondan hemen sonra gelen ilk GR proteinlerine odaklanalım. Atasal CR proteini, ilk ortaya çıkan alıcı protein. Kortisol, aldosteron ve diğer steroid hormonların bağlanma konusundaki aynı derecede hevesli olan bu protein, yaklaşık 30 milyon yıllık bir süreç sonrasında, köpekbalıklarında görülen GR proteinlerinin atasına 25 amino asitte değişime uğrayarak evriliyor. Köpekbalıklarının atası olan protein (GR1), gene aldosteron, kortisol ve diğer hormonlara bağlanıyor, ancak bu bağlanma isteği atası olan CR’ye göre daha zayıf. 20 milyon yıl kadar sonra ise, insanlarda ve balıklarda bulunan GR proteini, köpekbalıklarındaki atasal proteinden 36 amino asitlik bir değişime uğrayarak evriliyor ve artık sadece kortizole bağlanan bir alıcı haline geliyor (GR2). Bu üç proteinin ortak noktası ise, evrimsel açıdan birbirlerin bağlı olmaları [6].
Bu üç protein arasındaki işlev farkını nasıl anlayabiliriz? İlk başta, herbirinin üç boyutlu yapılarını karşılaştırmak iyi bir fikir gibi duruyor. İşlevleri farklıysa, yapıları da büyük ihtimalle farklıdır ve yapıdaki bu değişim, işlevdeki farklılığı açıklayabilir. Ancak hayır; her üç proteinin de yapısı birbirine çok benziyor. Bu benzerlik o kadar yüksek ki, üç yapı arasındaki fark, yaklaşık iki bin atom içermelerine rağmen birkaç hidrojen atomunun boyutunu geçmiyor; iki insan boyu arasındaki farkın birkaç milimetre olması gibi [7,8]. O halde, yapısal farklar işlev farkını açıklayamıyor.
Başka hangi farklılıklara odaklanabiliriz? Atasal CR ile köpekbalıkları arasında 25 amino asitlik fark olduğunu biliyoruz. Aynı şekilde, insanlar da köpekbalıklarından 36 amino asit ile ayrılıyor. O halde, işlev farkı bu amino asit dizilimindeki farklılıklardan ortaya çıkmalı. Bu önermeyi test etmenin de en iyi yolu, 25 ve 36 amino asit değişimi deneysel olarak teker teker gerçekleştirmek ve hangi noktada iki proteinin işlevinin aynı olduğunu bulmak. Köpekbalıkları ile insanlar arasındaki 36 amino asit değişimi tek tek gerçekleştirildiği zaman, sadece 2 tane değişimin kortizole bağlanma isteğini arttırdığını, bunların yanında da 3 tane değişimin aldosteron ve diğer hormonlara karşı olan ilgiyi çok büyük ölçüde düşürdüğünü gözlemliyoruz. Toplamda 5 eden değişimlere de proteini daha kararlı olmasını sağlayan 2 tane daha değişim eklersek, köpekbalıklarının atası olan proteinden insanlar ve balıklarda olan GR proteinin işlevini elde etmiş oluyoruz. Aynı şekilde, tam tersi yol izleyip insanlardaki atasal proteinden bu beş amino asidi değiştirerek köpekbalıklarındaki işlevi yakalama çabamız ise sonuçsuz kalıyor. Oldukça ilginç, çünkü köpekbalıklarından beş adımda geldiğimiz yolu geriye takip edemiyoruz. Aynı yolu geri takip etmek için, beş tane daha değişim gerçekleştirmemiz lazım. Yani, beş adımda köpekbalığından insana gelebiliyoruz, ama geri dönmemiz on adım sürüyor. Bu ilginçliğin sebebi ise, gerçekleşen beş değişimin, proteini dengesiz ve kararsız bir hale getirmesi; ekstradan gelen beş değişim olmazsa, proteinimiz hiçbir şekilde üç boyutlu haline geri dönemiyor.
Atasal CR proteinlerinde gördüklerimiz, gerçekten çok önemli; aralarında 20 milyon yıl olan iki proteinden bir tanesini sadece beş değişim ile, ki toplam amino asit sayısına baktığınızda bu yaklaşık %4’lük bir değişimdir, işlev olarak tamamen farklı bir proteine dönüşebiliyor. Toplamda on değişim, yani %8’lik bir fark, iki proteinin işlevi arasında dağlar kadar fark olmasına yol açıyor ve proteinin bütün hareketini (dinamiğini) değiştiriyor. Bütün bunlar ise bize işlev değişimi için çok genetik olarak büyük değişiklikler gerekmediğini, doğru yerde gerçekleşecek ufak değişikliklerin işlev olarak büyük farklar yaratabileceğini, öte yandan rastgele gerçekleşecek değişimlerin de canlı için ölümcül olacağını gösteriyor. Özetle, proteinlerde işlev farkına yol açan değişimler arasında bir tür iletişimden söz etme şansımız var.

Atasal CR, Atasal GR1 ve GR2 proteinleri ile, günümüzde farelerde bulunan GR proteinlerinin amino asit dizilimleri. Çok büyük ölçüde benzerliği görebilirsiniz. * ile işaretli amino asitler, aldosteron ve kortizole doğrudan bağlanan amino asitleri gösteriyor. Kaynak: Supporting Online Material for Crystal Structure of an Ancient Protein: Evolution by Conformational Epistasis Eric A. Ortlund, Jamie T. Bridgham, Matthew R. Redinbo, Joseph W. Thornton


Şimdiye kadar anlattıklarımı umarım takip edebilmişsinizdir. Buradan sonra çok kısaca işlev farklılığına yol açan değişimlerin olasılığına girmek istiyorum. Eğer on değişimin her biri birbirinden bağımsız olarak gerçekleşmiş olsa, ve her değişim için sadece bir tane doğru yer ve doğru amino asit olduğunu varsaysak, elimizde, 250 amino asitlik bir protein için (250 x 20 )10, yani yaklaşık 1030 tane farklı olasılık var demektir. Bırakın 20 milyon yıllık bir süreci, 400 milyon yıllık bir süreçte bütün bu olasılıkların taranması ve doğru olanın bulunması, her yıl yeni bir çocuk dünyaya getiren insan (eğer her çocuk tam olarak istediğimiz on tane değişimin ile doğarsa) için en azından 1023 kişilik bir nüfusa karşılık gelir. Şimdiki dünya nüfusunun 109 seviyesinde olması 1023 kişinin ne kadar fazla olduğunu gösterebilir. Böyle bir durumda, elbette farklı ve açıklanamayan güçlerin devreye girdiğini ve mucizevi bir şekilde tam da işe yarayan değişim kümesinin gerçekleştiğini düşünmek, hiç de mantıktan uzak bir yaklaşım değildir. Lakin, biraz önce yaptığım hesapta varsaydığım nokta, her bir değişimin birbirinden bağımsız olarak gerçekleştiğiydi. Yani, A amino asidindeki değişimin B’dekinden haberi yoksa, benim yaptığım hesap doğru sonuçları veriyor. Ancak, doğada gözlemlediğimiz şey, bu değişimler arasında bir iletişim olduğu, bu yüzden A değişiminin B değişimi ile ilişkili olduğu. Bu iletişimin şiddeti, 10^30 ile ifade edilen olası değişim kümesini, çok çok daha az bir seviyeye indirgiyor. Öyle ki, bazı amino asitlerin diğerlerine göre daha rahat değişim geçirebildiğini de göz önüne alırsak, 400 milyon yıl süren doğa deneyi sonucunda farklı işleve sahip iki protein ailesinin türemesi, etkileyici fakat şaşırtıcı olmaktan çıkıyor.
Bu yazıda bahsettiğim evrimsel süreç, sadece insan ve köpekbalıklarındaki GR proteinlerine özgü değil. Hücre zarında bulunan ve opsin adı verilen alıcı proteinler ve yeşil ışık yayan proteinlerin geçmişi de, bu yazıda bahsettiğim GR proteinlerinin geçmişi ile büyük benzerlik gösteriyor. Özetle, proteinlerin yapısı ve işlevi üzerine yoğunlaştıkça, doğada süregelen evrim sürecine dair çok çarpıcı ve aydınlatıcı örnekler bulmamız, hiç de zor değil.
Notlar:
* Amino asıt dizilimi bilinmeyen bir proteinin dizilimini bulmak oldukça karışık ve zor bir iş. Öncelikle, günümüzde varlığını sürdüren veya yakın zamanlarda soyu tükenmiş, evrimsel açıdan benzer olan canlılarda, aynı işlevleri yapan proteinlerin dizilimleri toplanıyor, ardından da bu süreç tarihsel ve evrimsel olarak olabildiğince geriye dönük yapılıyor. Bu sayede, GR proteinleri için yaklaşık 300 farklı canlıdan toplanan dizilimler karşılaştırılıyor. Bazı amino asitlerin yeri net bir şekilde ortaya çıkarken, bazılarınınki ise tartışmaya açık kalıyor. Bayes istatistiği denilen ve eldeki bilgiye bağlı olarak rastgele değişkenler üzerinden olasılık hesabı yapmanıza izin veren teori ile (bu bir nevi koşullu olasılık hesabı) belli olaslıklarla amino asitlerin hem cinsi hem de yeri tahmin ediliyor, teknik ismi ile “sonsal olasılık” (İng. Posterior probability) değerleri ile birlikte sunuluyor. GR proteinleri için hesaplanan ortalama sonsal olasılık %93.4-%95.2 arasında değişiyor. Kısacası, %95 gibi bir doğruluk payı ile GR proteinlerinin 450 milyon yıl önceki dizilimlerini tahmin edebiliyoruz.
Kaynakça:
2-http://listverse.com/2011/11/19/8-examples-of-evolution-in-action/
5-Thornton, Joseph W., Eleanor Need, and David Crews. “Resurrecting the ancestral steroid receptor: ancient origin of estrogen signaling.” Science301.5640 (2003): 1714-1717.
6-Bridgham, Jamie T., Sean M. Carroll, and Joseph W. Thornton. “Evolution of hormone-receptor complexity by molecular exploitation.” Science 312.5770 (2006): 97-101.
7-Glembo, Tyler J., et al. “Collective dynamics differentiates functional divergence in protein evolution.”PLoS computational biology 8.3 (2012): e1002428.
8-Ortlund, Eric A., et al. “Crystal structure of an ancient protein: evolution by conformational epistasis.”Science 317.5844 (2007): 1544-1548.



ALINTIDIR : http://www.acikbilim.com/2015/02/dosyalar/evrime-molekuler-bakis-proteinlerin-soyledikleri.html