5 Kasım 2013 Salı

Modern Fizik ve Allah İnancı : Boşluk Deneyi





Bu konu tam manasıyla açıklığa kavuşmadığı sıralarda Paul Davies isimli bir teorik fizik profesörü çok ilginç bir deney yaptı. Bu deney “Boşluk Deneyi”ydi. Mutlak boşlukta atomların, elektronların nasıl hareket ettiği ve ışınların nasıl geçtiği eskiden beri fizikçilerin merakını çeken bir konuydu. Bu çerçevede sıfıra yakın bir boşluk elde etmek üzere deneyler yapan Paul Davies laboratuvar çalışmaları sırasında kendi ifadesiyle “Hiçbir zaman aklına gelmeyecek” bir olayla karşılaştı. Tam bir boşluk meydana geldiğinde kendiliğinden yeni “Kuvant”lar ve enerjiler ortaya çıkıyordu. O zaman Davies bu olayın altını çizdi ve dedi ki: “O halde yaratılan varlık bizim sandığımız gibi kendi kendine gelişmiş değildir. Devamlı kaynayan bir pınar gibidir. Mutlak bir boşlukta bile ilahî kudret yeni programları, yeni enerjileri meydana getirmektedir”. Davies bu görüşünden yola çıkarak yazdığı “Modern Fizik ve Allah İnancı” adlı kitapta fiziğin çeşitli yanlarıyla Allah’a nasıl paralelleştiğini, adeta Allah’ı müşahade etmek ve onun ilmini öğrenmek için ne kadar yakın noktalara geldiğini tek tek anlattı.
Bundan sonraki gelişmelerde Paul Davies‘in vardığı sonuçlar istikametinde oldu.



Sırlar çözülüyor


Herkesin bildiği gibi uzaya duyulan merak yeryüzünden yıldızları gözlemeyi sağlayan rasathaneler vasıtasıyla gideriliyordu. Eskiden rasathanelerde teleskoplar belli uzaklıklara kadar yıldızları görebiliyorlardı, bunun belli bir sınırı vardı. Bu sınırı aşan yahut ışığı daha az olan yıldızı görmek mümkün değildi. Ancak sonradan X ışınıyla çalışan, X ışınlarını absorbe ederek resim şekline döken teleskoplar yapıldı ki, bunların kullanıldığı gözlem laboratuvarlarına “Radyoteleskopi laboratuvarları” denir. İşte bu laboratuvarlarda göremediğimiz ve ışığı henüz bize gelmeye kifayet edemeyen bir çok gezegen, yıldız hatta güneş müşahade edildi. Bu sefer evrenin içinde büyük sırlar çözülmeye başladı. Çünkü o güne kadar yalnız gözümüzle gördüğümüz yıldızları aşan bir çerçeve inceleme sahasına girmişti. 19. yüzyılın sonundaki astronomi kitaplarını açarsanız 2 milyon yıldızdan bahsedildiğini görürsünüz. Halbuki bugün X ışınları sayesinde sırf bizim galaksimizde 1 milyar yıldızın var olduğunu anlayabiliyoruz. Yine 19. asrın son yıllarında yazılmış kitaplar 8-10 galaksinin bulunduğunu yazarlarken bugün radyoteleskopların yardımıyla 1 milyar galaksiden bahsediyoruz. Yarın bir başka araçla bir takım yıldızların, gezegenlerin mevcudiyetini tespit etmek mümkün olursa belki daha da çok sayıya ulaşacağız.

Yapılan bu çalışmalar sırasında uzayda “Kuvasar” ve “Karadelik” (Backhde) dediğimiz 2 önemli enerji ünitesi tespit edildi. Karadelik diye adlandırılan ünite ölmüş bir yıldızın mezarıydı. Ölmüş bir yıldızın bütün elektronlarının, atomlarının dağılıp evrenin bilinmezliğinde kaybolması lazım gelirken müşahadeler gösterdi ki bir yıldız ölürken bü­züşüyor ve bütün atomları, elektronları yığıla yığıla bir yumak meydana getiriyor. Mesela güneş böyle bir operasyona tabi olsa 3-4 katlı bir apartman kadar küçülebilir. Ama evrende güneşten binlerce hatta yüzbinlerce defa büyük kitleler de var. Bunlar bizim ayımızdan biraz daha küçük boyutlara düşüyorlar, işin ilginç tarafı bütün atomların, elektronların üstüste yığılarak bir yumak meydana getirmelerinden sonra birdenbire tamamen ortadan kaybolmaları.
Radyoteleskoplarla yapılan gözlemler bunların tamamen kaybolduğunu, adeta evrenden silindiğini müşahade etti. Halbuki biraraya toplanmış bunca enerji kitlesinin, nötron ve proton yığınlarının kaybolması mümkün değil. Çünkü kaybolması için dağılmaları lazım. Bunlar ise aksine üstüste, birbirlerine sokulur gibi toplanıyorlar.

Nabız Yıldızlar


Bu noktada konu karmaşık bir hale büründü önce. Çünkü X ışınlarını alarak fotoğraf haline getiren teleskoplar bunları müşahade edemiyordu. Demek ki bunlarda X ışını yoktu. O halde orada herşey bitmişti. Ancak herhangi bir gezegende hâlâ bir fizik canlılık varsa mutlaka X ışını salar. Bu X ışınlarını salamadığı zaman canlılığı bitmiş demektir. Teleskoplarımız ışın salmayan cisimleri alamadığı için bunları yok olmuş görüyoruz. Durum böyleyken bundan başka bir müşahade daha yapıldı. Bir takım yıldızların nabız gibi zaman zaman parlayıp zaman zaman söndükleri, yani radyoteleskoplara mükerreren görünüp kayboldukları anlaşıldı. Bazıları bir dakikada, bazıları bir saniyede 30 defa sönüp 30 defa yanıyorlardı. Bu şartlar altında şöyle bir düşünce akla geldi: “Demek ki bu yıldızlar zaman zaman X ışını salıyor, zaman zaman salamıyor.” O zaman bunlara “Nabız yıldız” anlamında “Pulse star” dediler ve bu hali ölümün bir basamağı şeklinde tanımlayarak bu noktadan o kaybolan yıldızların keşfedilebileceğini öne sürdüler. Hakikaten bir yıldız ölürken önce “Pulse star” şekline geçiyor, bir nabız gibi “Varım-yokum, varım-yokum” dedikten sonra birdenbire yok oluyor.
Peki artık x ışınları salmayan nötronlar ve protonlar nereye gitti? Bunu hesap etmek mümkün değil ama bu yok oluş bize büyük bir müşahadenin anahtarını veriyor. Nedir bu büyük müşahadenin anahtarı? Yıldızların mezarı. Varılan sonuç da şu: “Yıldızların mezarı tıpkı insanların mezarı gibi bir varlığın başka bir pencereye açılmasıdır”. Nasıl ki insanlar ölünce ebediyete yansırlar, yıldızlar da fizik olarak aynı sonuca ulaşıyorlar. Karadeliğin esrarı işte buradan doğuyor. Biraraya yumak gibi sokulmuş protonlar, nötronlar yani maddesel varlıklar o kadar büyük bir cazibe meydana getiriyorlardı ki mekan bu cazibeye dayanamıyor ve manyetik bir enerjiye dönüşüyordu. Bunun sonucunda yıldızlar kayboldukları zaman bir “Manyetik anafor” meydana geliyordu. Bunlara “Gravidation shock” adı verildi. Bu adın veriliş sebebi bir yıldız öl-dükten sonra onun yerinde oluşan manyetik anafor noktasının, önünden geçen bütün gezegen ve yıldızları yutup yok etmesiydi.



Maddeye ne oldu?

Çıkan sonuç maddecilerin maskesini bir anda düşürmeye yetmişti. Onlara yöneltilen soru şu oldu: “Peki, madde madde dediniz, bu madde ne oldu? Bunun yanından geçen gezegen yok oluyor, nereye gidiyor?” Tabii yapılan açıklamalar tamamiyle kurgu film senaryosu gibi “Yok zaman tüneline geçti, yok şöyle oldu, yok böyle oldu” şeklinde cümlelerden ibaret kaldı. Ama fizik önemli bir gerçeğe ulaştı ki bu, uzayda gördüğümüz varlıkların maddesel varlıklarının yanında maddenin ötesine aşan bir başka boyut sistemlerinin olmasıydı. Bu ne demektir? Bir maddenin temelinde ya titreşim şeklinde bir ışın veya atom şeklinde bir zerrecik bulunur. Ancak yıldızlar kayboldukları zaman ne ışına, ne atoma dönüşüyorlar. Eğer böyle olsaydı X ışınlı teleskoplarımız onların resmini çekebilirdi. Buradan ortaya çıkan ve bütün maddecileri susturmayı başaran sonuç şudur: “Maddesel görünüm varlığın belli bir mekanda, belli bir boyut uyumundan doğan görünümüdür”. Varlıkların mutlaka maddesel görünüme sahip olmaları gerekmez. Eğer gerekşeydi karadelikler meydana gelmeyecekti. Yıldız mezarlarında görüyoruz ki ölen yıldız ışına da atoma da dönüşmeden ortadan kayboluyor. Yok olduğunu düşünelim. Bu durumda nasıl önünden geçen yıldızı yok edebilir? Bunun tek izah tarzı var. Yıldız bir başka boyut eylemine geçmektedir ki bu boyut manyetik bir boyuttur. Bizim bildiğimiz zaman ve sağ sol derinlik anlamına gelen bir boyut değil. Bu gerçek gösteriyor ki “Evren tesadüf sonucu meydana geldi, enerji birbirini dengeledi” şeklinde insan aklına yakışmayan düşüncelerin fizik kitaplarından ve fizik düşüncesinden çıkması şarttır. Nitekim çıkmıştır da.





Büyük kudret
Aklı başında tüm fizikçiler evreni bir büyük kudretin oluşturduğunu, bu programları bir büyük kudretin yapabileceğini ve bu kadar ince detaylı fizik problemlerinin herhangi bir tesadüf ilkesiyle açıklanamayacağını kabul ettiler. Eğer isim saymak lazım gelirse başta Einstein olmak üzere atom teorisyenliğinin yanısıra filozofluğuyla da kendini kabul ettiren Heisenberg‘i örnek gösterebiliriz. Heisenberg’in çok güzel bir mantığı vardır. “Belirsizlik teorisi” diye adlandırılan ve fiziğin en ciddi teorilerinden biri kabul edilen bu mantığa göre atom çekirdeğinde zuhur eden herhangi bir hadisenin belli bir zaman sonra ne şekil alacağı önceden kestirilemez. Atom çekirdeğinin belli bir zaman sonra ne olacağı belli değilse, atomlar varlıklarını nasıl devam ettiriyorlar? “Belirsizlik teorisi” gereğince bir zaman sonra hepsinin dağılıp gitmesi mümkün. Bu da evrende dengenin tamamen bozulmasına yol açacak. Peki evrende nasıl kalabiliyor bu denge?
Atomlar belirsizlik ve fevkalâde güç bir takım fizik olgular içinde hayatiyetlerini devam ettiriyorlar ve bunun sonucunda evrendeki denge sağlanıyorsa bunun mutlaka bir program yönetimi vardır. Heisenberg de bunu kabul etti ve “Allah’tan başka bir düşünceyle atomların yaşayabileceğini, hayatiyetlerinin devam edebileceğini düşünmek mümkün değildir” dedi. Büyük fizik alimlerinden Brugly, Drug, atom çekirdeğinin hesabını yapan Ferni hep aynı kanaatte. Kısacası fizik ilmine keşifleriyle imzalarını atmış, mühürlerini basmış insanların tümü Allah’a inandı. Ancak bir bakkal hesabını bile yapamayacak kadar basit fizik bilgisine sahip olanlar inanmadı. Çünkü olayı izleyebilecek zihin yapısından çok uzaktaydılar.
Fiziğin bu tarz gelişmeleri ve bunun so­nucunda gerek makro evrende gerek mikro-evren dediğimiz atom çekirdekleri ve ışınlar dünyasında ilahi bir programın temel olduğunu anlaması onu Allah inancıyla paralelleştirdi. Yani fiziği derinlemesine öğrenen herkes Allah’ın yaratıcı kudretini ve sonsuzluğunu anlayarak ona inanmaya başladı.

• Bu yazı Onkolog Dr. Haluk Nurbaki, Günaydın Gazetesi Ekleri, Modern Fizik ve Allah İnancı kitapçığından alınmıştır.


0 yorum:

Yorum Gönder